Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Hiç bir engel, Allah’a (Celle Celaluhu) kul olmaya engel değildir. Sevgisizliğin ve saygısızlığın hakim olduğu toplumun her bir ferdi, aslında birer engelli adayıdır.
Engelli olmak bir seçim değildir. Toplumların aynası durumunda olan engelliler, tohumun toprağa emanet edildiği gibi, ait oldukları toplumlara emanettirler.
Özürlülerin özgürlüğüne yol vermeyenlerin engelleri, bedenlerinde değil, bilakis akıllarındadır. Engeli aklında olanın ise iflahı mümkün değildir.
Renkleri göremeyen engellidir, fakat cehaletinden dolayı göremeyenler kördür!
Bedenlerdeki engel, insanların birbiriyle iletişimine engel olmamalıdır. Bundan sebep, engelli bireylerin hassasiyetlerine kulak vermek ve desteklemek zorunluluğu vardır.
Ortaçağda engellilerin “içlerinde şeytan var” denilerek damgalanıp, vahşice toplumdan uzaklaştırıldığına tanık olan tarihin şanlı sayfalarını araladığımızda İslam’ın güzelliklerinin bizleri selamladığına şahit oluyoruz.
İSLAM’IN ENGELLİLERE BAKIŞI
Gelin o şanlı sayfalardan birkaçını beraberce aralıyalım.
Abdullah ibn-i Ümmü Mektum, iki gözü de görmeyen, engelli bir sahabe idi. Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) müşriklerin ileri gelenlerine yaptığı İslam tebliğini göremediği için, “Allah’ın (Celle Celaluhu) sana öğrettiklerinden bana öğret”1 diyerek, Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tebliğini bilmeden engelleyince, müşriklerin müslüman olmalarını arzulayan Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) islamî gayretinden dolayı bundan hoşnut olmadı ve müşrikler oradan dağılınca Efendimiz de (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) oradan dönüp ayrıldı. Ve bu olayın akabinde Abese suresinin ilgili ayetleri nazil oldu.
“Âmâ kendisine geldiği için, vech-i sâdetlerinde tebessümün zıddı ârız oldu”2
Ayetlerden sonra, sitemvâri devam eden ayetler, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruh dünyasında o kadar müessir olduki, Abdullah ibn-i Ümmü Mektum (Radıyallahu Anh) Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yanına geldiğinde: “Rabbimin kendisinden sebep beni itâb edip, uyardığı kişiye merhaba.” diyerek yere serdiği ridâsının üzerine oturtarak ona ikram ederdi.3
Aslında iki gözü de âmâ olan Abdullah ibn-i Ümmü Mektum’un, (Radıyallahu Anh) Allah-u Teâlâ’ya göre kendisiyle ilgilenilmesi gereken birisi olduğu aşikârdır. Ve haddizatında hakiki engelli olan kişi âmâ olan Abdullah ibn-i Ümmü Mektum (Radıyallahu Anh) değil, bilakis hakikate karşı kör olan müşriklerdir.
Bu olaydan ve inen ayetlerden sonra Peygamberimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Medine’den ayrıldığında imâmet için onu iki kere4 veya üç kere5 kendi yerine bırakması, engelli bireylerin yaşadıkları toplum içerisinde aktif olabileceklerini de göstermesi bakımından önemli bir mesaj olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.
Ayrıca özürlü oluşunu ve evinin mescidden uzak olmasını mazeret olarak sunup, namazını evinde kılmak için izin istediğinde Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona bir refakatçi tayin etmiş olması, ayrıca: “Sen namaz için ezan okunduğunu işitiyormusun?” diye sorup ‘evet’ cevabını alınca: “O halde davete icabet et, cemaat’a gel.”6 buyurarak, Peygamberimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) görme özürlü bir insanı dışlamıyarak onu, topluma ve cemaata kazandırmak açısından sergilediği tavır dikkate câlib bir teşvik olarak karşımıza çıkmaktadır. (Devam edecek ...)