Tevhid, Allahu Tealayı birlemek ve bir bilmek; yani her şeyi O’na bağlamak, Ondan bilmek, Ondan istemek, sadece ondan korkmak, kulluğuna Ona tahsis etmek ve herşeyde O’nu görmektir. Dikkat edilirse hemen hemen bütün Ayeti Kerimelerin tevhid esasının farklı boyutlarına işaret ettiği ve bir şekilde tevhid ilkesine ayinedarlık yaptıkları görülür. Dolayısıyla Ayeti Kerimelerin tamamı, tevhidi inanışı en mükemmel keyfiyetiyle dokumuş olmaktadırlar.
Fatiha Suresi Kuranı Kerimin hülasası mesabesinde olduğu gibi, “ Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz” mealindeki Ayeti Kerimesinde: Sadece Benden korkun ey Akıl sahipleri! Diye buyrulmaktadır ki Tevhid inanç tarzının yalnızca Allah’tan korkmayı icabettirdiği açıkça anlaşılmaktadır.
Keza akıllı olup, aklı yerli yerinde kullanmanın insanı alıp götüreceği çizgininde, başka korkulara mahal ve meydan bırakmayan bir Allah korkusu olduğu anlaşılmaktadır. Şu Ayeti Kerime dahi tevhidi inanç yapısının temel taşlarından birine gerekçesiyle birlikte işaret etmektedir. “ Müminler müminleri bırakıpta kafirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allahtan (onun için yardım namına) bir şey yoktur. Ancak ( dost görünerek) onlardan (gelebilecek) bir tehlikeden sakınmanız müstesna! Bununla beraber Allah sizi yalnızca kendisinden sakındırır. Zira dönüş ancak Allahadır.
Allah’ın huzuruna çıkıp ona hesap verilecek olması da yalnızca ondan korkmayı gerektirmektedir. Müteakip ayet-i kerimelerde tevhid-i düşünceyi besleyen gerçeklere kapı açmaktadır. De ki sinelerinizde ki olanı gizleseniz de onu açığa vursanız da Allah (C.C.) onu bilir… ve Allah her şeye kadir olandır. Nerede ve ne halde olursa olsun Allahu tealanın kendisini görüp gözetmekte olduğunu,her halinden haberdar olup her şeye gücünün yettiğini düşünen ve bu gerçeklerin atmosferi içinde yaşayan bir insan elbette tevhid yolunda daima ilerleyecek tevhidin kemaline doğru pervaz edip yükselecektir.
Tirmizinin ibn-i Abbas’tan (R.A.) rivayet ettiği şu hadisi şerifte de tevhid ilkesinin çok net ve parlak ifadelerini görmekteyiz: Allah elçisi (ASM) terkisinde bulunan henüz çocuk yaştaki ibn-i Abbas’a hitaben buyuruyorlar ki: Ey Genç! Sana birkaç kelime öğreteyim. Allah’ın emirlerini ve yasaklarını gözet ki onu karşında bulasın. Dileğin varsa Allah’tan dile, yardım isteyecek olursan Allah’tan iste ve bil ki bütün ümmet toplanıp sana bir menfeat dokundurmaya çalışsalar, ancak senin için Allah’ın yazdığı bir şeyin menfeatini dokundurabilirler. Keza bütün ümmet sana bir zarar dokundurmak üzere bir araya gelseler, Allah’ın senin hakkında yazdığı bir şeyin zararından başkasına dokunduramazlar. Kalemler kaldırıldı, sahifeler (in mürekkebi) kurudu. Bediüzzaman Hazretlerin’in şu açıklamaları ise tevhid inanç ve düşünce tarzına adapte olma noktasında çok müessir bir manevi tiryak olarak nazara çarpmaktadır. Diyor ki üstad: Ey daire-i esbab’tan (sebepler dairesinden) zuhur eden işleri esbaba isnaat eden (sebeplere bağlayan) gafil-cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab mal sahibi değildir. Asıl sahibi onların arkasında iş gören Kudret-i Ezeliyedir. Onlar (sebepler) ancak o kudretten gelen hakiki te’sirleri ilan ve neşretmekle muvazzaf (vazifeli)dirler.
Demek Daire-i Esbab hükümetin kalem dairesi hükmündedir ki yukarıdan gelen emirlerin tebligatı o daireden yakılıyor. Çünkü izzet ve azamet perdeyi iktiza eder. Tevhid ve celal dahi şirketi (ortaklığı) reddeder. Te’siri esbab’a vermez. (Binaenaleyh hakiki tevhid izzet ve azametin muhafazası noktasında sebepler perdesini gerekli kılarken, tevhid ve celal ortaklığı reddeder. Neticede bu iki hakikatin ortalamasından hakiki tevhid nuru en parlak keyfiyetiyle tezahür eder.) Evet : Sultan-ı Ezeli’nin memurları vardır.
Amma icraatcıları (yardımcıları) değillerdir. Saltanat ve Rububiyetinde ortak olamazlar. Ancak o memurların vazifeleri dellallıktır, kudretin icraatını ilan ediyorlar. (Allah’ın varlığını, birliğini ilan edip sıfat ve esmasına aynalık ediyorlar) Evliyaullah’ın otobiyografilerine dikkat ettiğimiz zaman onların kolay kolay kızmaya, kızgınlığa geçit vermediklerini daha çok kendi nefislerine yüklendiklerini görürüz. Bu hal onların tevhid şuurunda zirveleri tutmuş olmalarının tabii bir sonucudur. Onlar “kul zulmeder amma kader daima adalet eder” sözünde en veciz ifadesini bulun. Tevhidin en önemli boyutlarından bir boyutunu benliklerine hakim kılmışlar; herhangi bir haksızlığa maruz kaldıklarında hemen kendi nefislerine yönelip kendi kendilerini sorumlu tutmayı şiar edinmişlerdir. Mesela meşhur evliyadan Ebu Osman El Hicri (RA) yolda giderken başına bir kova dolusu kül dökülüyor. Ttalebeleri, bunu yapan kişiye haddini bildirmek üzere harekete geçtiklerinde Hazret mani oluyor ve diyor ki Durun! Ateşe laik bir adam kül ile kurtulmuşsa ancak şükretmek gerekir.
İmam-ı Şa’rani Hazretleriyle ilgili ibretamiz bir hadisiyle konuyu bitirelim: Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han Mısır’ı Feth ettiği zaman Cuma namazını Ezher Camiinde kıldı. Cuma namazını kıldıran hatibe 100 altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatip o gün Cuma namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatip arkadaşından izin almıştı. Nöbetini devreden hatip, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu öğrenince söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdulvahhab Şa’rani hazretleri aralarına girip nöbeti veripte altınlardan mahrum kalan hatibe: “Üzülme Hak Teala bunu sana nasip etmemiş” dedi. O da “rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebep olduğu için kızıyorum” dedi.
Şa’rani Hazretleri de; “O sebep oldu görünüyorsa da aslında sebep o değildir. Arkadaşın ilahi kudretin bir aletidir. Aleti kim hareket ettiriyorsa hü