Sekizinci Nükte: Ramazân-ı Şerîf, insanın hayat-ı şahsiyesine (insanın şahsi hayatına) baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en mühim bir ilaç nev‘inden maddî ve ma‘nevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki (perhiz), insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ (canının istediği gibi sorumsuzca) hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdetâ ma‘nevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itâat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez. O insana biner. (İnsan normalde böyle hem maddi, hemde manevi yönden acınacak bir halde iken)
Ramazân-ı Şerîf’de oruc vâsıtasıyla bir nevi‘ perhize alışır. Riyâzete (yani nefsin isteklerine nizami ve iradi bir şekilde karşı koymakla onu terbiye etmeye) çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. (Zira iftar vakti gelmeden önce insan çok istediği ve ihtiyacı olduğu halde elini yemeye ve suya uzatamıyor. “Buyurunuz” emrini bekliyor. O emre itaat gösteriyor. Böylece kendi isteğine göre değil, Yaradanın emrine ve iradesine göre hareket etmeyi hem öğreniyor, hemde buna alışmış oluyor.) Bîçâre zayıf mideye de hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celb etmez. (Yani acıkmadan yemek üzerine yemek göndermek suretiyle hazım sistemini bozarak hastalıklara davetiye çıkarmaz.
Bu noktada tıbbın babası İbn-i Sina'nın meşhur bir sözünü hatırlayalım. Diyor ki: “Tıbbı iki cümle ile özetliyorum. Yediğin vakit kolayca hazım edebileceğin miktarda ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar hiçbir şey yeme. Zira yemek üzerine yemek doldurmak kadar sağlığa zarar veren bir şey yoktur.” Bu söz aynı zamanda, “Yiyin, için fakat israf etmeyin.” Ayet-i Kerimesinin de tıp gözüyle güzel bir tefsiri oluyor. İşte Ramazan-ı Şerif orucu, İbn-i Sina'nın sağlıkla ilgili bu altın, belki de elmas öğüdüne fiilen yaklaşmak için de mükemmel bir fırsattır.) Ve emir vâsıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şerîattan gelen emri dinlemeye kābiliyet peydâ eder. (İnsan Ramazan'da yeme içme eylemini nefsine ve keyfine göre değil emr-i İlahiye itaat ederek gerçekleştirdiği için, helallerle yetinip haram olan şeylerden sakınmak noktasında da ciddi meleke kesbeder. Zira Ramazan orucu vesilesiyle Allah’ın emrine uyarak helal nimetlere el sürmeyen insan, sair zamanlarda haram olan nesnelere yaklaşabilirimi? Elbette yaklaşamaz. Bu sayede) Hayat-ı ma‘neviyeyi bozmamaya çalışır.
Hem insanın ekseriyet-i mutlakası (büyük çoğunluğu zaman zaman) açlığa çok def‘a mübtelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idmân (hazır bulunma yeteği) veren açlık ve riyâzete muhtaçtır. Ramazân-ı Şerîf’deki oruc on beş saat, sahursuz ise (şu veya bu şekilde sahur yapılmamışsa) yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül (ciddi manada) ve bir riyâzettir ve bir idmândır. (Açlık ve zorluklara katlanabilme alışkanlığı kazanmadır.) Demek beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün ilacı oruçtur. (Sabır ve tahammül musibetin acısını hafifleştirir. Sabırsızlık ise tıpkı kırık kolla kavga eden kimse gibi musibetin acısını ve ağırlığını katlandırır. Oruç sabrın yarısıdır. Hadis-i Şerif'i ve fehvasınca oruç insanı sabra ve metanete alıştırır. İnsanı sabır melekesi ile buluşturur. Bu meleke de insanı, bela ve musibetleri hem maddi hem de manevi yönden olabildiğince hasarsız atlatma kazanımına kanatlandırır.)