KAMU MENFAATİNİN YOK EDİLMESİ – 3 – Fakirler Düşünülseydi
Doğru biçimde anlaşıldığında kalkınma, insanların beşeri, kurumsal ve teknik kapasitelerini arttırdığı, ulaşılabilir kaynakları kullanarak yaşam kalitelerinde sürdürülebilir bir iyileşme sağlamak amacıyla ihtiyaç duydukları mal ve hizmetleri ürettikleri bir süreçtir.
Birçoğumuz böyle bir süreci insan merkezli kalkınma olarak adlandırmaktadır. Sadece insanların yararına olduğu için değil, fakat aynı zamanda insanların içinde temerküz ettiği için böyledir. Fakirler ve dışlanmışların kapsanması özel bir önem taşımaktadır. Dışarıdan çok küçük bir miktarda bir yardım, insan merkezli kalkınma sürecinde çok faydalı olabilmektedir. Ancak çok fazla yabancı finans kaynağı girişi, gerçek kalkınmayı önleyebilmekte ve hatta insanların kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri için mevcut kapasitelerini yok edebilmektedir.
İsterseniz problemi temellerine indirgeyelim. Fakirlik, genellikle yeterli paranın olmayışı olarak tanımlanır, sorun değildir. Paranın yokluğuyla birlikte, kaynaklara erişim mahrumiyeti problemdir, yeterli gıda, giysi, barınak ve nezih bir yaşam için diğer asli gereksinimlere erişimin olmaması sorundur. Bu basit gerçek, elimizdeki, münhasır seçenekler olarak sunulan ithal ikamesi ve ihracata dayalı kalkınma modellerine insan merkezli bir alternatif sunmaktadır: Daha iyi bir hayat için sahip olmaları gereken şeyleri üretmekten mahrumiyet yaşayan insanlar için fırsatlar oluşturan politikalar izlenmesi.
Bu birçok bakımdan Japonya, Kore ve Tayvan’ın yaptığıydı. Her biri, yetişkinlerin okur-yazarlığını ve temel eğitimi yüksek seviyelere çıkartmak için büyük yatırımlar yaptı, küçük çiftliklerin üretimine dayalı canlı bir kırsal ekonomi tesis etmek için radikal bir toprak reformu gerçekleştirdi ve küçük çiftliklerde yaşayan ailelerin ihtiyaçlarını karşılayacak kırsal sanayilerin geliştirilmesini destekledi. Bunlar daha büyük endüstrilerin temelini teşkil eti. Bu ülkelerin kalkınması – şirket libertaryanlarının tarihsel revizyonizminin aksine – ihracata değil eşitliğe dayalıydı. Bu ülkeler ancak içeride geniş tabanlı ekonomiler geliştirdikten sonra, uluslararası ekonomide büyük ihracatçılar olabildi.
Ulusaşırı şirket sermayesi ve Dünya Bankası’nın bakış açısından, insan-merkezli kalkınma büyük bir problem teşkil etmektedir. İnsan-merkezli kalkınma, ithalat için çok az bir talep oluşturmakta, ayrıca varlıkların yerel düzeyde sahiplenilmesini tercih etmekte ve küresel şirketler için çok az yatırım fırsatı sağlamaktadır.
Dış yardım hibe dahi olsa, ithal teknoloji ve uzmanlara bağımlı girişimler üzerine inşa edildiğinde, ithalata bağımlı tüketici yaşam tarzları, mali kaynakların israf edilmesi ve yolsuzlukları teşvik etmektedir. Yerli ürünlerin yerine ithal ürünler pazara konulmakta ve milyonlarca kişi geçimleri için bağlı oldukları topraklar ve sulardan uzaklaştırılmaktadır. Hepsi de Dünya Bankası projeleri ve yapısal ayarlama programlarının ortak sonucudur.
Dünya Bankası projelerinin çoğunun, başarısız olduğuna dair bir kanaat vardır. 1992’de Willi Wapenhans başkanlığındaki banka içi bir araştırma ekibi, 1991’de Dünya Bankası tarafından finanse edilen projelerin %38’inin tamamlandığı tarih itibariyle başarısız olduğu sonucuna ulaşılan bir rapor yayımladı. Başarılı veya değil, döviz kıtlığı içindeki ülkelerin aldıkları krediler mutlaka geri ödenmeliydi. Dünya Bankası, kendi hataları için hiçbir sorumluluğu kabul etmiyordu.
Dünya Bankası ve IMF, insanların hayat şartlarının geliştirilmesine yaptıkları katkıyla ölçüldüğünde felaket derecede başarısızdır. Dünyadaki fakirlere muazzam bir yük getirmekte ve onların kalkınmalarını ciddi şekilde engellemektedir. Orijinal kurucuları tarafından kendilerine verilen görevleri yerine getirme açısından bakıldığında – ekonomik olarak güçlü olanların hakimiyeti altındaki ekonomik küreselleşmenin ilerletilmesi – her ikisinde de büyük bir başarı elde etmişlerdir. Dünya Bankası ve IMF, güney ülkelerinin hükümetlerinin sorumluluğunu zayıflattı, seçilmiş görevlilerin işlevlerini gasp etti ve güneyli ekonomilerin ulusaşırı şirketler tarafından yeniden sömürgeleştirilmesinin en büyük hukuki ve kurumsal engelleri ortadan kaldırdı.