Hepimiz belli yetenekler, tutkularla dünyaya geliyoruz. Kimimiz küçükken hep müsamerelerde başroller de boy gösterirken kimimiz sessizce etrafta olan biteni gözlüyor. Kimimiz macera peşine düşerken kimimiz elleri cebinde bahçede olup biteni seyrediyor. Küçüklüğümüze dair tüm bu izlenimler bize bir şeyler anlatıyor. Yeteneklerimizi, isteklerimizi, karakterimizi, mayamızı…
Bu yetenek ve tutkuları küçük yaşlarda ailelerimiz keşfederse şanslıyız. Olmadı, biz keşfedersek ne ala. Ki böyle bir sorumluluğumuz var. Çünkü hayattaki başarısızlığımızın en büyük nedeni bu. Kendini tanımamak, bilmemek. Tanısak belki diyeceğiz: “Evet, sen dağlara çıkıp orda yaşamalısın.” “Sen atlet olmalısın.” “Sen aile kurabilirsin.” Bu tanıma işini tam yapamadığımız için sürekli enerjimizi aslında hiç olmaması gereken yerlere harcıyoruz ve sonunda bocalayıp kaybediyoruz. Bu, bir savaş ya da yarış değil ancak sonunda maddi-manevi kayıplar vermediğimizi kim inkar edebilir?!
Başarılı insanların genellikle kendilerine uygun meslekleri tercih ettiklerinden dolayı yollarında koşar adım gittiklerine şahit oluyorum. Çünkü mayasında o iş var. Onu yapabiliyor. Bu aynı ağustos böceği hikâyesine benziyor. Ağustos böceği harika dans ediyor. Ona soruyorlar: “Nasıl bu kadar iyi dans edebiliyorsun?” O bu soruyu düşününce daha doğrusu nasıl dans ettiğini düşününce dans edemez oluyor. Tutkuyla yapılan işlerde düşünceye çok da yer kalmıyor sanırım. O işi yaparken sende zamanla akıp gidiyorsun. Nasıl yaptığının tarifini de pek veremiyorsun. Çünkü o kodla doğmuşsun ve sende bilmiyorsun nasıl yaptığını. Muazzam değil mi? Büyük bir teslimiyet istiyor.
Peki, bu tutkumuzu, yeteneğimizi nasıl keşfederiz? Benim bildiğim; deneyerek. Pire hikâyesi buna güzel bir örnek. Bir deneyde pireleri fanusun içine koyuyorlar ve ağzını kapakla kapatıyorlar. Pireler fanusun tabanına konduklarında ayakları yanıyor, bu yüzden de zıplıyorlar. Fakat tepelerinde ki kapak kapalı olduğu için yine düşüyorlar ve ayakları yine yanıyor. Bu yüzden yine zıplıyorlar. Bir sürebu uçma-düşme devam ediyor. Sonrasında deneyi yapan kişi kapağı kaldırıyor vepirelerin bu defa çıkacakken aynı mesafede zıplamaya devam ettiklerini gözlemliyor. Adı “öğrenilmiş çaresizlik.” Daha fazla yapabilirsin fakat birileri ya da yaşadığın şeyler “Hayır, senin mesafen bu” dediği için uçmayı unutma hali.
Nasıl hatırlarız? Nasıl kurtuluruz bu durumdan? Birincisi pire gibi ayaklarının yanması şart. Yani bir şeyler seni rahatsız etmeli. Ya da gıdıklamalı. Ve sen sürekli uçmayı sürdürmelisin. İnsanoğlu kendisine dalgalar çarptıkça gelişir. Her dalgada büyür. Bir an da gelişim, değişim söz konusu mudur? Mesela dalga yerine tsunami gelse boğuluruz değil mi? Demek ki sabırla, emekle o dalgaların bize çarpmasıyla gelişeceğiz. Ve (teşbihte hata olmaz) pire gibi ayaklarımız yanmaya devam ettikçe uçabileceğiz. Elbette kendimize sınır koymadan.