Çocukluk güzeldir. Çünkü, hayat yavaş akar çocukken. Daha doğrusu çocuklar hayatı yavaş yaşarlar. Yoksa hayat aynı hayat. Özümseyerek, iyice sindirerek yaşarlar. Yaşadık. Misal yiyecekleri o kadar yavaş çiğnerler ki ebeveynleri sabırla onlara bakakalır. “Hadi, bitir ağzındakini.” Hâlbuki keşfettikleri için bu böyledir. Keşfetmek her insana mutluluk verir.
Heyecan, neşe… Keşfetmek için hayatın ritmini biraz yavaşlatmak gerekiyor. An’ı dinlemek. Yoksa hayatın melodisini duyamıyoruz. Bir yerde duymuştum. Çocuklar yatay enerjiyle daha iyi öğrenirlermiş. Yani yavaşlıkla, sakinlikle, sabırla. Belki yetişkinler içinde bu böyledir. Fakat bizim şu an ki yaşadığımız hayat dikey bir enerjiyle yoğrulmuş durumda. Elbette o da gerekli fakat yatay enerji olmadan dikey enerjide çarçur olup gitmemiz söz konusu.
Kahveyi yudum yudum içmek, etrafta olan bitene sakinlikle bakmak, rüzgârı hissetmek, sevdiğin bir şeyi( bu gökyüzü olur, ağaç olur artık ne olursa) biraz zaman ayırarak seyretmek, müziği ruhuna değer gibi dinlemek… Bu listeye herkes bir şey ekleyebilir. Tüm bunları yaparken ne oluyor biliyor musunuz? Kendini dinliyorsun. Yalnızlığınla baş başa kalıyorsun.
Kimine bu kelimeler ürkütücü gelir. Yalnızlık mı? Baş başa kalmak? Hâlbuki hayatın olağan akışında bunlar gerekli. Aksi takdirde kişi kendini dinleyemediği için yani hayatta bir nefes molası veremediği için başkasını da dinleyemiyor. Dolayısıyla anlayamıyor, ve birbirini anlamayan kişiler olarak kargaşa dolu bir toplum meydana getiriyoruz. En iyisi kendinden başlamak. Çünkü aslına bakarsanız başka çarede yok.
Dünya’nın hep en mutlu ülkesi seçilen Danimarka’dan dünyaya yayılan “hygge” yukarıdaki bahse emsal teşkil edebilir. Türkçe’de tam karşılığı bulunmayan samimiyet, sıcaklık, rahatlık, huzur kavramlarının birleşiminden oluşan bir anlama sahip. Hygge, hayatta olan tüm basit zevkleri kapsıyor.
Mumlar, hoş kokular, soğuk bir kış günü battaniye altında ısınmak, uzun yemek muhabbetleri, kurabiye, fon da hafif bir müzik, bir fincan çay… Bu onlar için “yaşam felsefesi” haline gelmiş. Öyle ki ülkede ciddi bir mum satışı yapılmakta, aklınıza gelen her yerde mum başköşede yerini almaktadır.
Söz gelimi bu ortamı hazırlama uğraşı, bu baş başa kaldığımız anlar o kadar kıymetlidir ki üstünden kaç sene geçerse geçsin unutmazsınız. Çünkü aslında orada bir kazanım, bir başarı vardır. O an kendinizi, kendinizden bir parçayı orada bulmuş ve ortaya çıkartmışsınızdır farkında olmadan.
Ana rahminden çıkan bebeğin ve onu kucağına alan annenin rahatlığı gibi. Olması gereken peyda olmuştur ve siz yeniden doğmuşsunuzdur. Güneş gibi. Ay gibi. Mevlana’nın dediği gibi ‘donmadan, bulanmadan akmak’ gerekiyor. Evvela kendimizle barışmak, hemdem olmak… Şimdi bir yudum kahve?