Hikâyeye göre zorba bir padişah her gün istediği bir kadını sarayına alır sonrasında ya öldürür ya da serbest bırakırmış.
Bir gün küçük bir çocuğu olan dul bir kadını yine sarayına çağırtmış. Kadın çocuğuyla yolda ilerlerken dinlenmek için bir kavak ağacının dibine oturmuş. Kavak ağacı da dillenip: “Gölgem yok sizi ferahlatmaya, meyvem yok size ikram edeyim.” diye dertlenmiş.
Kadın da: “Belli ki sen merhametli bir ağaçsın. Yavrumu yarına kadar yapraklarının arasında saklar mısın?” diye sormuş. Kavakta seve seve kabul etmiş. Lakin kadın kalbini de kavak ağacına teslim edip: “Meyven yok analık bilmezsin. Bu kalp yavrumun yanında kalsın.” demiş ve gitmiş.
Diğer gün olmuş. Padişah insafa gelip kadını serbest bırakmış. Kadın geldiğinde kavağı tir tir titrerken bulmuş. “Ben bu kalbe bir gece zor dayandım siz nasıl bir ömür dayanırsınız?” demiş. Hikâyeye göre kavak ağacının yapraklarının titrek hali bundan kaynaklıdır.
Bu hikâyeyi ilk okuduğumda evet demiştim annelik tam olarak da böyle bir şey hatta fazlası. Daha taze anne olmama rağmen anneliğin güzelliğinin, en kıymetli oluşunun yanı sıra duygusal ağırlığını hisseder oldum.
Annelerin hakkı verdiği sütten, yavrusunu vücudunda taşımasından, dünyaya zorlukla getirmesinden, ona gece- gündüz gözü gibi bakmasından daha çok evladını yüreğinde koca bir dağı yüklenmiş gibi taşımasıymış onu gördüm.
Annelik hakkının verilemeyecek olması bundan kaynaklıymış. Çünkü hiç kimsenin kimseye duyamayacağı şefkat, derin sevgi ve korku anne yüreğinde saklıymış. Herkesin anneliği de kendine özgü, biricik elbette ama yine de o yüreğin tek olduğunu hissederim.
Kucağına ilk aldığın an sanki sen bunca zaman o an için yaşamış da hayatının ikinci bölümüne başlamışsındır. Annelik şaşırmakmış biraz da. Her gün hatta her saat büyümesine, gelişimine yüzünde hafif bir gülümseme ile şaşırmak. Anne oluşuna, küçük bir yavrunun seni yuva bellemesine hele ki aklının, duygularının aslında senden daha az olmayışına belki fazla oluşuna…
Varlığını ilk öğrendiğin andan beri “şükür” demekmiş. ‘İsteyen herkese nasip et Allah’ım’ diye “dua” imiş. Sonra “sabır”, sonra “gayret”. En çok da “hadi” demekmiş kendine. Ve aslında hep hayatında olan bu kelimelerin ete kemiğe bürünüp karşına dikildiğini görmekmiş. Geleceği istediğin kadar düşün şimdiden vazgeçememekmiş, geçmişin ise zaten uzaklarda kalmış.
Ve zaman küçük bir bedenin nefes alışverişinde duruverirmiş senin de nasibin o nefesi seyretmek, dinlemekmiş. Sana düşen ömür boyu o nefesi korumak imiş.