Madde tanım olarak, duyularla algılanabilen, bölünebilen, ağırlığı olan, yer kaplayan nesne olarak karşımıza çıkıyor. Ve madde dediğimde akla ilk siyah, katı, devasa bir şey geliyor. Çocukluk yanılsaması belki de. Aynı zaman da kulağa gelen basit bir de tınısı var.
Etrafımıza baktığımızda gözümüze ilk maddeler çarpıyor. Evlerimizin en güzel köşelerine yerleştirdiğimiz televizyonlarımız(çünkü artık bir tane yetmiyor.), koltuklar, klima, kapı…
Peki, doğaya baktığımızda; ağaç yapraklarının rüzgârda dans edişinde, bir çiçeğin pembe, beyaz, sarı haliyle göz kırpmasında, toprağı döşek, gökyüzünü yorgan bellediğimizde maddelik duygusunu hissediyor muyuz? Hayır. Bunlarda, tanıma göre maddesel olsa da bize manevi aşı gibi tesir ediyor.
Doğa bizi büyütüyor, geliştiriyor, aitlik hissimizi pekiştiriyor, bize ilham veriyor ve ilmimizi artırıyor. Bu iki örneğe bakarsak tablo belli. Sitem ettiğimiz ile yaşadığımız şey genelde aynı.
Kapitalizmin ya da TV’nin zararlı olduğundan dem vurup onları hayatımızın merkezine yerleştirip yerleştirmemek sanıyorum hala bizim elimizde. Dolaplara sığmayan kıyafetler, ayakkabılar, türlü katlamalı ev eşyaları… Ve tüm bu eşyalar ortalıkta durmasın diye alınan dolaplar.
Kaçırdığımız bir şey var. Bunlar bizi mutlu etmiyor. Tam tersi bunların içinde boğuluyoruz. Ancak Youtube’da en çok izlenen videoların alışveriş videosu olması durumumuzu da özetliyor. Ve şu ifadeye çokça rastlamak sizi de tedirgin etmiyor mu? “Bunları aldım ama giymeyeceğim.”
Diyelim bu durum sizi mutlu ediyor. Size belki günlük yaşamda aklınıza pek gelmeyen bir şey söyleyeyim. Bazı maddelerin geri dönüşümü olmuyor. Hani merak etmiyoruz ya bu çöpler nereye gidiyor diye. Hâlbuki küçükken herkesin aklından geçmiştir o mahalleye gelen çöp konteynırınıniçindeki çöplere ne olduğu.
Söyleyeyim. Her ülkenin atık depoları var. O çöpler de atık depolarındaki yerlerini alıyor. Yetmezse başka bir ülkenin atık deposuna yerleştiriliyor. Geri dönüşüm de henüz ileri seviyesinde olmadığımız için orda ne oluyor artık o atıklara, bilinmez. Biz ne sanıyoruz? Ben çöpü attım, hoop o kayboldu, eridi gitti.
Bir de büyüklerimizin misafir odası anlayışı vardı. Misafir hariç kimse girmesin; geldiğinde temiz düzenli bir oda bulunsun. Her ne kadar misafire verilen önemi anlatsa da bu durum koskoca bir odayı kapatmak hiç kullanmamak anlamına geliyordu. Adeta yasaklı bölge gibiydi o odalar. Hiç kullanılmadığı, yaşanmışlık hissi olmadığı için de buz gibi gelirdi. Misafir odasında 10 sene nerdeyse hiç oturmadan mobilyalarını atanları tanıyorum, pişmanlar.
Peki, bu madde sevgisi nereden doğdu? O dönemdeki yokluk insanları madde sevgisine itti. Nitelik yerine niceliğe önem verildi. “SGk’lı mı kızım tamam evlenmenizde bir mani yok.” “Devlet memuru ol çocuğum.” Çalışmanın, başarının bu yüzden parayla ölçüldüğü bir millet haline geldik.
Şimdiki dönemde de zevk, mutluluğu ve tabii başarıyı da maddeye bağladık. Her dönemin bir özelliği var elbette ve bunun insanlar üzerindeki etkisi kaçınılmaz. Fakat şu an yokluk yok.
Genel kitleye bakacak olursak kimse aç değil, açıkta değil. Daha iyi bir araba için çalışmak alkışlanası bir başarı mı? Balina eti satarak yılda bilmem kaç milyon kazanan bir iş adamı nasıl başarılı olabilir ki? Çocuğunun gün içinde bir kez gözlerine bakmayan bir iş kadını başarılı olsa ne anlamı var?
Ağaç Eken Adam belgeseli vardır. Yaşlı bir adamın çorak, çöl olan koca bir araziyi azmiyle, inadıyla tüm olumsuzluklara rağmen ormana nasıl dönüştürdüğünü ve gelecek neslin orada nasıl mutlu bir yaşam sürdürdüğünü anlatır.
İnsana sağlanan fayda, canlılarla, doğayla uyumlu yaşamak... Bana göre başarı bu. Mutluluksa maddeyi ihtiyaç dahilide kullanıp zamanı ve doyumu doğanın kalbinde neşe içinde geçirmekte. Yani, yüzümüzü maddeden doğaya ve kendimize çevirmede. Peki, ya sizce?