Karıncaların su içtiği bir ağacın gövdesinde, kuşların sektiği, sürüngenlerin gezindiği, böceklerin konup konup kaçtığı bir ağacın gövdesinde…
Yorulduğumuzda sırtımızı dayadığımız, çocukken etrafında dolandığımız, saklambaçta arkasına saklandığımız; dertlerimiz, sırlarımız, korkularımız, heyecanlarımız, beklemelerimiz, sessizliğimiz hep bir ağacın gövdesinde.
Sizin için neydi bir ağacın gövdesi? Şöyle gördüğünüzde içinizden kocaman sarılmak geçer mi mesela? Dokunur musunuz hatırasına? Şöyle bir bakar mısınız hayretle? Yoksa orada bir şey yokmuş gibi yanından geçi mi veririrsiniz? Bir selamı esirger misiniz? Onun bir yaşayan olduğunu çoğunlukla unutur musunuz yoksa?!
Kimisinin gövdesi dik, kimisi yamuk yumuk, kimisi girintili çıkıntılı, kimisi sonradan eğilir, kimisi uzun yaşar, kimisi incecik, kimisi devasa…
Bazı ağaçlar gövdelerinde, kendi kabuklarında yarıklar açar. Çınar ağacı bunlardan biri. Ne kadar yarık o kadar içeriye giren ışık. Ne kadar ışık ise o kadar renk ve canlılık demektir.
Yurtluktur bir ağacın gövdesi. Dallara yurt, çiçeklere, yemişlere, gelip geçen envai canlıya yurt.
Hep sabit. Bir yere kıpırdadığı yok. Şahit. Öyle yıllara değil. Asra şahit.
“Gördün mü, Allah, hoş bir kelimeyi, kökü sabit, dalı göğe uzanan güzel bir ağaca nasıl da misal getiriyor?
Çirkin bir kelimenin misali de; topraktan koparılmış köksüz, kötü bir ağaç gibidir.”*
Tende telaş, ömürde uğraş, vaktiyle yoldaş yine, hep bir ağacın gövdesinde.
*(İbrahim Suresi 24,26)