Özellikle 2010-2019 Türkiye’si için ileride yapılacak araştırmalar, siyaset gündeminde en çok kullanılan kelimelerden birinin “beka” olduğunun tespitini ortaya koyacaktır. Gerçekten de “beka” kavramı, son yıllarda yoğun bir şekilde kullanılan bir kavramdır.
Bazı kesimler Türkiye’nin ciddi bir beka mücadelesi verdiğini, bekamıza yönelik ciddi tehditlerin bulunduğunu ifade ederken bazı kesimler de beka argümanının giderek daha belirgin bir şekilde siyaseten kullanıldığını ileri sürüyor; zımnen veya açıkça beka meselesinin olmadığını dile getiriyorlar.
Beka meselesine yaklaşımın, gündelik parti siyaseti mülahazalarının ötesinde ve üzerinde; dünyanın, bölgemizin ve ülkemizin 25-30 yıldır içinden geçtiği değişimler yeniden tanzim operasyonları çerçevesinde şekillenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Yine, zaman zaman işaret edildiği üzere, mesele sadece Türkiye ile ilgili değildir. Türkiye ile birlikte Türk devletlerinin teşkil edeceği Türk birliğinin gerçekleşmesine karşı girişimleri gözden kaçıramayız. Kanları ve kaynakları, küresel egemenlik savaşında vahşice harcanan Müslüman coğrafyanın uğradığı yıkım da bizim milli meselemizdir.
Nihayet yaşadığımız gezegenin geleceği bakımından kaygı duymamıza yol açan gelişmeleri de göz ardı etmemiz mümkün değildir. Hızla değişen teknoloji, küresel ısınma, nüfus hareketleri vb. karmaşık birçok gelişme, ileride bütün dünya için doğuracağı ciddi tehditleri de içeren bir niteliği bünyesine barındırmaktadır.
Bu genel çerçeveyi akılda tutmak kaydıyla Türkiye merkezli olarak beka meselesine baktığımızda şunları hatırlamak ve idrak etmemiz gerekir:
Türk Milleti aslında XI. yüzyılda Doğu Roma’dan fethettiği Anadolu’da, yine Doğu Roma ve diğer güçlerden aldığı Balkanlarda, Müslüman Türk devletlerinden aldığı bugün Orta Doğu adı verilen kadim İslam coğrafyasında irili ufaklı siyasi teşekküller kurmuştur.
Bunların içinde Selçuklu ve Osmanlı hanedanları öne çıkmış; önce Anadolu ve Balkanlar merkezli olarak teşekkül eden, XVI. yüzyılda Suriye, Mısır ve Haremeyn’in katılmasıyla cihanşümul bir güç kazanan Osmanlı Devleti ile varlığımız dünya sahnesinde güç kazanmıştır. XI. yüzyıl sonlarında başlayan Haçlı Seferleri, esasında Türklerin İslam âlemindeki üstünlük ve egemenliklerine karşı bir girişim olduğu unutulmamalıdır.
1176’daki Miryakefalon Zaferi ile Anadolu’daki varlığımızı pekiştirdik ve Osmanlılar ile bunu Balkanlara taşıdık. Türklere karşı hayranlık ve nefret karışımı duygular besleyen Hristiyan Avrupa güçleri, özellikle 1683 İkinci Viyana Seferi’nden sonra Şark Meselesi çerçevesinde Türk’leri önce Balkanlardan ve mümkünse Anadolu’dan tamamen atma projelerini hep canlı tuttular.
Tabii ki hepimizin bildiği üzere tarih, bu gibi konularda tek çizgili değildir; zaman zaman işbirliği, ittifak yaptığımız devletler sonra hasım, daha sonra tekrar “müttefik” olabiliyordu. Bu ve bu gibi durumlar günümüz siyasetinde de mevcuttur. Ama özellikle XIX. yüzyılda, Fransız İhtilali’nin yaydığı fikirlerin de etkisiyle başlayan milliyetçilik ve ayrılıkçılık hareketlerinin ve bunlara paralel olarak sömürgeciliğin etkisiyle Osmanlı Devleti bir beka problemiyle karşı karşıya kaldı. Birinci dünya savaşı sonunda Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmak istenen Türklük, Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde verdiği Millî Mücadele ile bu planının gerçekleştirilmesini önledi.
Türkiye, 1980’lere kadar bazı sıkıntılar (Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı sonundaki tehditleri gibi) yaşasa da giderek güçlendi ve önemli bir bölge gücü hâline geldi. Sovyetler Birliği’nin dağılma emarelerinin ortaya çıktığı bir dönemde “etnik fitne”nin fitilinin ateşlenmesi ve PKK’nın ortaya çıkması, sadece iç, sosyolojik, siyasi sebeplerle izah edilecek bir durum değildir.