Özellikle Yahudiler bu ırkçılık duygularına dayanarak İsrail oğullarını, Allah’ın seçkin kulları kabul etmişler ve kendi dini emirlerinde bile İsrailoğullarından olmayanların haklarını ve seviyelerini, İsrailoğullarından daha aşağı tutmuşlardır. “Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: ‘Yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz’ diye söz almış ve ‘insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz”[1] (Bakara, 83). İsrailoğullarının yaptığı işler ve davranışlar hakkındaki bu bilgiler, Kur’an’ın geldiği devirde yaşayan Yahudilerin, Tevrat’ı tahrif edip gerçekleri gizlemelerinden dolayı verilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed gönderildiği zaman Arabistan’da özellikle Medine (Yesrib) ve civarında oldukça kalabalık bir Yahudi topluluğu yaşamakta idi. Yahudiler Tevrat’tan edindikleri bilgilere göre bir peygamber geleceğini biliyorlardı ve bunun kendilerinden geleceğini düşünerek O’ndan faydalanmanın planlarını yapıyorlardı. Aslında onlar Hz. Musa’ya da hakkıyla inanmış değillerdi. Ahir zaman Peygamberi gönderilmeden önce bir peygamber geleceğini etrafa yayan Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.v.) gönderilince ağız değiştirdiler. Zira onlar gelecek Peygamberi Yahudilerden bekliyorlardı. Araplardan gelince O’nu kıskandılar. Kuran’da Yahudiler hakkında daha çok bilgi verilmesinin sebebi budur. Ahir zaman Peygamberi, sonunda hıyanetleri yüzünden onlarla savaşmak ve onları yurtlarından sürmek zorunda kalmıştır. Yahudiler hâlâ Müslümanlara olan düşmanlıklarını devam ettirmektedirler.
Onlar “ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez”[2]. Kâfirlerin savaş ve fitne ateşini yakmaları hiç eksik olmamıştır. Asırlar boyu hem kendi aralarında savaşmışlar, hem de birleşerek Müslümanlara saldırmışadır. Ayrıca Müslümanları birbirine düşürmek için yüzlerce, binlerce planlar yapmış, tertip ve düzenler hazırlamışlardır. Bütün bunlara rağmen Allah’ın nurunu söndürmeye güçleri yetmemiştir. Dinleri aynı olanlar bile ayrılmış, birbirlerine karşı kin ve düşmanlık duyguları beslemiş, korku ve endişe içinde yaşamış veya savaşmışlardır. “Eğer ehli kitap iman edip (kötülüklerden) sakınsalardı, herhalde (geçmiş) kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’an-ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). Onlardan aşırılığa kaçmayan (iktisatlı, mutedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür”[3]. Dindar olmak ve dini uygulamak, medeni ve iktisadi bakımdan toplumları geri bırakmak şöyle dursun refah ve mutluluğun zirvesine çıkarır. Dini bırakıp menfaat felsefesine göre hareket edenler, başka milletleri sömürme yoluna gittikleri için gerilik, sefalet, savaş ve kargaşalara sebep olmaktadırlar. Allah’ın hükümranlığına boyun eğildiği takdirde yeryüzünde hiçbir kimse zerrece zulme uğramayacak, herkes hakkını alacak, zenginlik, bolluk ve refahı meşru yollarda arayacak ve işte o zaman gökten nimetler yağacak, bolluk ve bereket olacak, yerden de zenginlikler fışkıracaktır.[4]
[1] Bakara, 83.[2] Maide, 64.[3] Maide, 65-66.[4] TDVY, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali,12.