“Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.” Sîret yani iç dünyadaki ve yaşayıştaki istikamet, rûhâniyet, feyz, istiğrak ve kalp huzuru sûrete akseder. Böylece mü’minin sîmâsına, nûrâniyet yansır. Bir gül goncasına bakınca içimize sevinç ve huzur dolar. Bir mü’minin sîmâsı, bundan daha ziyade huzur ve sürur tevzî etmelidir.
Cenâb-ı Hak; Rasûlullah Efendimiz’in yanındaki mü’minlerin ferdî husûsiyetlerini bu şekilde saydıktan sonra, İncil’de de yer almış olan bir teşbih ile onların içtimâî hasletlerini anlatır: “İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.”
İçtimâî ibâdetlerin zirvesi, hizmettir. Ferdî ibâdetlerle rûhâniyet kazanan, nefsindeki hoyratlıkları bertarâf edip, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettiren; sîretinde fazîlet ve rızâya, sûretinde de secde nûruna nâil olan mü’min, artık irşâd ehli olur. Güneş, nasıl ısıtmamak ve aydınlatmamak nedir bilmezse; bir mü’min de, etrafına nur olur, hidâyet çerâğı olur. Tıpkı suyun tebahhur edip, iyice arındıktan sonra, yine rahmet yağmurları hâlinde yeryüzüne inmesi gibi; îman şahsiyetini ikmal edip, ibâdet hassâsiyeti ve fazîlet yarışında nefsini tezkiye edenler de, kalplerinden rahmet taşıran bir mü’min olurlar. İslâm’ın gönül fethi vazifesini, bu rahmet dolu deryâ gönüllüler üstlenir.
Peygamberimiz; bu sebeple en husûsî alâkasını, husûsî talebelerine tahsis etti. Suffaya emek verdi. İstîdatlı gördüğü gençleri terbiye etti. Peygamberimiz huzurla irtihâl-i dâr-ı beka eyledikten sonra, O’nun yetiştirdiği ashâbı, İslâm’ın hidâyet pınarlarını dünyaya taşırdı. Tâ Çin’den Kayravan’a, Afrika’dan İstanbul’a; O şanlı Peygamber’in nasipli talebeleri, İslâm’ın güler yüzünü temâşâ ettirdiler. Ecdâdımız Osmanlı da, aynı ideal üzerinde hayâtiyetini devam ettirmenin gayreti içinde idi.
Sayısız misallerinden biri: Sultan Orhan Gazi, oğlu Sultan Murad’a şöyle dedi: “Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükmetmek yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullah (Allâh’ın dînini yüceltmek) azmi, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır!” Sultan Murad da Kosova’yı fethe gitti ve zaferin kurbanı olarak orada şehid oldu. Son nefesinde şöyle diyordu: “İslâm’ın muzafferiyeti, benim şehîd olmama bağlı ise, şehidlik şerbetini nasîb buyurmasını Cenâb-ı Hakk’dan duâ ve niyâz eylemiştim. Demek ki duâm kabul buyuruldu. Allâh’a hamd ve senâ olsun!” Çünkü onlar, hep Efendimiz’in yetiştirdiği müstesnâ şahsiyetlerin düsturlarında ve istikametinde yetişmiş ve inkişâf etmişlerdi. Bu sebeple; İmam Karâfî’nin dediği gibi; bu mükemmel yetiştirilmiş nesillerin maddî ve mânevî muvaffakiyetleri, Peygamberimiz’in risâletini ispat için tek başına delil ve hüccettir.
Âyet-i kerîmede eğitim bir ekin yetiştirme faaliyeti olarak tasvir edilmiştir. İnsan; tedrîcî olarak, yavaş yavaş terbiye edilişiyle, nebâta benzer. Nitekim, Meryem Vâlidemiz’i annesinin Beytü’l-Makdis hizmetine nezretmesi üzerine; “Rabbi, Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi…” (Âl-i İmrân, 37) buyurulmuştur.