Kur’an ayı olan mübarek Ramazan-ı Şerif’i hakkıyla ihya edebilmek için uymamız gereken en mükemmel ölçü olan Efendimiz (s.a)in Ramazan-ı Şerif’i ihyasını, hak dostlarından olan Osman Nuri Topbaş hazretleri şu veciz ifadelerle bizlere ne de güzel aktarmış. Buyurun o ifadelere hep beraber kulak verelim.
“Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bize üsve-i hasene, yani en muhteşem, en şâhâne örnek. O’nun zamanı, asr-ı saâdet. Yani saâdet devri. O saâdete eren ve O’nun sohbetinde yetişen, Efendimiz’e Kur’ân’ın nâzil oluşuna ve İslâm’ın vaz edilişine adım adım şahitlik eden ashâb-ı kiram ise; bizim için en güzel örnek nesil, kıyâmete kadar gelecek asırlara nümûne en hayırlı toplum…
Cenâb-ı Hak; ideal toplum olarak bize ashâbı gösteriyor ve onlar gibi olmamızı arzu ediyor: “(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)
Rabbimiz’in rızâsına erişmek ve iki dünyada saâdete kavuşmak için; Peygamberimiz’e tâbî olmamız ve ashâbın izinden gitmemiz, yegâne yol. O hâlde; Peygamberimiz’in ashâbını tanımamız, bizim için zarûrî. Rabbimiz onları bize nasıl tanıtıyorsa, bilhassa o hasletlerini tâlim ve tatbik etmemiz elzem. Fetih Sûresi’nin son âyet-i kerîmesi; Peygamberimiz’in yanındaki ashâbı tarif ederken, ferdî ve içtimâî hayattan en mühim esasları bize bildirir. Bu âyet-i celîleyi, tefsirî mahiyette safha safha okuyalım: “Muhammed Allâh’ın rasûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetindir…”
Cenâb-ı Hak, Allah Rasûlü’nün yanında olanların ilk vasfı olarak; «Küffâra karşı şiddetlidirler.» hükmünü vermekte. Bu tavır, îmânın bir zaruretidir. Çünkü kalbinde en zayıf vaziyette îman bulunan bir mü’minin dahî; Allâh’ın râzı olmadığı bir kötülüğe karşı, buğz etmesi lâzımdır. Îmânın alâmeti; «lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret»tir. Ashab bu hususta çok büyük imtihanlar geçirmiştir. Onlar, kan asabiyetinin çok güçlü olduğu bir devirde; «Allah için sevmek, Allah için buğzetmek» hakikatinin sırrına erdiler. İnançsız olan anne-babalarına yahut kalabalık kabîlelerine değil, Allah Rasûlü’ne tâbî oldular. Kimsesiz olanlar, işkencelere mâruz bırakıldılar. Bilâller ve Habbâblar; yakıcı güneşin ve ağır taşların altında ezildiler, fakat îmanlarından taviz vermediler. Hazret-i Yâsir ve Hazret-i Sümeyye gibi niceleri can verdiler, vazgeçmediler. Tevhîdi muhafaza ettiler. Mekke devri, işte bu sağlam ve tavizsiz îman terbiyesi oldu. O devrede az sayıda, fakat çok metin ve müstesnâ sahâbîler yetişti. İslâm’ın ilk toplumunun sapasağlam temelleri, bu tavizsiz çile devrinde atıldı.
Tevhid tarihinde de her türlü çile karşısında, îmandan taviz vermeyen büyük kahramanlar vardır. Cenâb-ı Hak bunları da bize misal olarak vermektedir: Firavun; Hazret-i Musa’nın mûcizelerine karşı koymaları için, ülkesindeki en mahir sihirbazları toplamış, onlara Musa -aleyhisselâm-’a galip gelmeleri hâlinde hazinelerini va‘detmişti. Tayin edilen gün geldi, Hazret-i Musa’nın asâsı, ejderhâya döndü ve sihirbazların bütün sihir malzemelerini yuttu. Bunun üzerine sihirbazlar, bunun kendi sanatları gibi bir sihir değil, Allah katından bir mûcize olduğunu idrâk ettiler ve derhâl secdeye kapandılar; “Biz âlemlerin Rabbi’ne îmân ettik!” dediler. (el-A‘râf, 121) Firavun, bu manzara karşısında âdetâ kudurdu. Kanlı tehditler savurmaya başladı. Fakat sihirbazlar, kavuştukları îmânı kaybetmemek için, firavunun tehditlerine asla mağlûp olmadılar. Kolları ve ayakları kesile kesile işkencelerle katledileceklerini bildikleri hâlde;“(Ey firavun!) Neye hükmedersen hükmet! Senin hükmün ancak bu dünyada geçer!” (Tâhâ, 72) dediler.O kan deryâsında metânetlerini kaybetmemek için de Cenâb-ı Hakk’a el açtılar: “…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A‘râf, 126) diye niyaz ettiler.
Îmânı kaybetmeme heyecanı onları öyle sarmıştı ki; “Yâ Rabbî! Bizi firavundan, işkenceden ve ölümden kurtar!” diye duâ etmek bile akıllarına gelmiyordu. O güne kadar sihirle uğraşmış olmalarının ve bir peygamberin karşısına münâzaraya çıkmış olmalarının keffâreti olarak, bu şehâdeti âdetâ arzuluyorlardı. Tek endişeleri, îmân ile huzûra göçebilmekti”...(devam edecek)