“İlk Îsevîler de; sirklerde arslanların önüne atıldılar, onların dişleri arasında îmanlarını korudular. Ashâb-ı uhdûd da; eriştikleri îmandaki yakîn, kalbî huzur ve itmi’nan hâlini yitirmemek için ateş çukurlarına atılmaya râzı oldular. Habîb-i Neccâr ise, kavminin hidâyeti için çırpınırken şehid edildi. O anda Rabbinin nimetlerini görünce, kavmine gazap etmedi, merhamet etti; “Keşke kavmim, Rabbim’in bana nasıl sonsuz ikramlarda bulunduğunu bilselerdi de onlar da hidâyet nimetinden mahrum kalmasalardı. Onlar da Allah yolunda seve seve can vermeye koşsalardı.” dedi. (Bkz. Yâsîn, 26-27)
Bugün de bir müslüman; İslâm’ı zedelemek isteyenlere karşı, İslâm’a ve Allâh’ın dînine yapılmak istenen tecavüzlere karşı; tavizsiz bir îmâna sahip olmalıdır. Gönlünde küffâra karşı zerre kadar muhabbet, hürmet ve takdir hissi bulunmamalıdır. Ehl-i küfrün, müslümanlar arasına yaydığı bâtıl fikir ve fâsit modalara da asla muhabbet beslememelidir.
“(Onlar) kendi aralarında merhametlidirler.” Demek ki; Müslümanlar arasında rûhânî bir doku olmalıdır, bir tesânüd olmalıdır. Her mü’min, kardeşine zimmetlidir. Ashâb-ı kirâmı, Peygamberimiz birbirine kardeş eylemişti. Ensar; muhâcirlere evlerini açmış, mallarını onlarla bölüşmeye can atmışlardı. Muhâcirler de müstağnî kalarak, ancak emek vermek mukabilinde kabul etmişlerdi. Biri vermek istiyor, diğeri müstağnî. Ne büyük bir ahlâk zarâfeti!
Peygamber’in yanında olanlardan Cenâb-ı Hak, güzel bir kulluk dayanışması arzu ediyor. Bu da ancak gönüllerde kök salmış merhamet ile tahakkuk eder.
Rabbimiz bize Zâtını en çok «Rahmân ve Rahîm» esmâsıyla bildiriyor. Bize rahmet telkin ediyor. Peygamberimiz Âlemlere Rahmet… Nebiyyü’r-Rahme, yani Rahmet Peygamberi… Âyet-i kerîmede Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «Raûf ve Rahîm» vasıflarıyla tavsif edilmiştir: “Andolsun size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
O hâlde; Rahmân ve Rahîm Rabbimiz’in kulları ve Âlemlere Rahmet Peygamber’in ümmeti de Rahmet İnsanı olmalı. Bir müslüman; yüreğinden merhamet taşıran bir merhamet insanı olmalı. Merhamet, bir mü’minin fârikasıdır. Mü’minliğini tescilin bir alâmet-i fârikasıdır. Îman kalpte öyle yerleşecek ki; mü’min kardeşlerine çok merhametli, çok düşkün olacak; îmandan nasipsizlere karşı da tavrı çok net olacak. Nitekim Tebbet Sûresi; müstehakkına nefretin, yani Allâh’ın sevmediklerine buğzun, en müşahhas bir tâlim ve telkînidir. Bu tâlim çok mühimdir. Zira müstehakkına nefret olmazsa, lâyıkına muhabbeti zedelemiş olur.
Bu vasıflar, yani mü’mine merhamet ve kâfire karşı tavır; müslümanlarda sağlam bir haslet olduğu demlerde, kıtalar hidâyetle kucaklaştı, muazzam zaferler yaşandı. Merhamet, toplumu muhafaza eden bir ağ gibiydi. Öyle ki bu merhametten gayr-i müslimler de istifâde hâlindeydi. Endülüs yıkıldığında oradan kovulan yahudileri, Barbaros gemilerle kurtardı ve Osmanlı’ya getirdi. Fakat bu hasletler zaafa uğradığında ise, koca Endülüs medeniyeti tarihten silindi. Müslümanlar zaafa uğrayıp ağır imtihanlara dûçâr oldular.