“İçtimâî hizmetler, geleceğe atılan tohumlar mesâbesindedir. Necip Fazıl; ümitsizliğe kapılmadan, nesil endişesi için gayret etmenin ehemmiyetini ne güzel ifade eder: «Tohum saç, bitmezse toprak utansın!» Bahçıvan, tohumun ziyan olmamasına gayret etmelidir. Zira bir bahçıvan tarlasına dikkat etmezse; o tohumlar, tarla farelerinin ve tavukların midesinde kaybolur gider. Bahçıvan yetiştirdiği nebâtın güneşine, suyuna ve onlara gelebilecek tecavüzlere karşı dikkatli olmalı, onları zâyî etmemelidir. O tohum böylece filizlenir, kalınlaşır ve gövdesi üzerinde yükselir. Gövdenin kalınlaşması; talebenin mânevî bünyesinin, dâhilî ve hâricî düşmanlara karşı kuvvetlenmesini temsil eder. Çok zayıf bir filiz, hafif bir rüzgâr yahut bir su akıntısıyla dahî ziyan olur. Fakat köklerini derinlere saldıkça, gövdesini de kalınlaştırdıkça o bitki muhkemleşir. Bir mü’minin de îmânı sağlam olmalı; nefs, şeytan, tâğût, kötü arkadaş ve benzeri bütün taarruzlara karşı mukavemetli ve metin olmalıdır. Nebâtat aynı zamanda esnektir. Şiddetli rüzgârlar gibi musibetler gelir, başaklar boyunlarını eğerler; yani mü’minler rızâ gösterirler ve kulluğa devam ederler. Fakat bazı eğilmeyen çam gibi ağaçlar, kırılır ve helâk olurlar.
Yetişmiş yeni nesiller, küffârı öfkelendirir. Çünkü kâfirler, âhiret inancına düşmandır. Nefsânî arzuları galebe hâlindedir. Sorgusuz, sualsiz, zâlimâne ve nefsânî bir câhiliyye hayatı yaşamak ister. Hâlbuki; dindar, takvâlı ve ihlâslı yetişen her fert, ona hakikatleri hatırlatacaktır. İslâm dâvâsını da geleceğe taşıyacak yeni nesillerdir. Azılı İslâm düşmanları; camilerdeki ihtiyarlarla fazla uğraşmaz, fakat Kur’ân kursundaki ve dînî müesseselerdeki nûranî ve temiz gençler onları rahatsız eder. Nitekim İslâm tarihinde; Recî ve Bi’r-i Maûne fâciaları, İslâm’ın ilk Kur’ân talebelerine karşı girişilmiş sûikastler idi. Cenâb-ı Hak; bu düşmanlığı hatırlatarak, tedbire davet etmektedir.
Bir bahçıvan, bahçesini çok sever. Toprağın karası ona zümrüt görünür. Güneşin harareti altında iki büklüm çalışmak ona en büyük zevktir. Hizmet faaliyetleri de ancak böyle bir muhabbet ile gerçekleştirilebilir. Muhabbet, fedâkârlığı; fedâkârlık da ilâhî yardım ve muvaffakiyetleri hâsıl eder.
Peygamberimiz; mescidinin suffasında, açlığını dindirmek için karnına taş üstüne taş bağlayarak, ashâbına muhabbetle Kur’ân tâlim etti, onlara kalb-i selîm kazandırdı. En güzel şekilde tezkiye ve terbiye etti. Onlar da bu muhabbet ve fedâkârlık aşısıyla, dünyanın dört bir yanına aşk ile koştular. Gönül fethinin kumandanları oldular.
Biz de unutmamalıyız ki; evlâtlarımızı en güzel şekilde, Kur’ân muhtevâsında eğitmek en mühim vazifemizdir. Zira;İki türlü mîras vardır: Zâhirî mîras: Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği şekilde mal-mülkün vârislere intikalidir. Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu hudutlardır.
Bâtınî mîras: Kişinin, ardında bıraktığı evlâtlarına İslâm karakter ve şahsiyetini, îman ve ahlâkı mîras bırakmasıdır. Eğer bâtınî mîras sağlam verilirse, o evlâtlar zâhirî mîrâsı da yerli yerinde kullanırlar. Ebeveynlerine sadaka-i câriye olurlar. Fakat mânevî eğitimden mahrum vârislerin, zâhirî mîrâsı nasıl kullanacağı meçhuldür. Belki de yanlış yolda kullanarak ebeveynlerine seyyie-i câriye olurlar. Hikmet ehli bir zât şöyle der: “Şuna hayret edilir ki; bir kul öldüğünde bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunların hepsinden hesaba çekilir.” Bu sebeple bir mü’min, mîras husûsunda iki şeye dikkat edecek: Birincisi; helâlden kazanacak, helâlden yiyecek, ardında bıraktığı da helâl olacak. İkincisi; neslini de bu helâl hassâsiyetiyle yetiştirerek onlara takvâ şuurunu mîras bırakacak.
Bu sebeple; Derdimiz neslimiz olmalıdır. Hazret-i İbrahim’in duâsı bu nesil derdini ne güzel ifade eder: “Yâ Rabbî, beni ve neslimi namaz kılanlardan eyle!” (İbrâhîm, 40) Zira namaz ferdî ibâdetlerin zirvesidir. Namaz; düzgün ve huşûlu ise, bütün ibâdetler düzgün olur, kulu fahşâdan ve münkerden, yani kötülüklerden de korur.