“Endülüs hakikaten bu yükseliş ve çöküşün çarpıcı bir misâlidir.
Fethedilirken Târık bin Ziyâd’ın, elbiseleri yamalı 7 bin kişilik ordusu; 95.000 kişilik İspanya ordusunu bertarâf etti. Endülüs’te ilk üç asır, istikamet çizgisinde muvaffakiyetle geçti. Daha sonra müslümanlar aşîretlere bölündü. Kardeşlik koptu. Müstehakkına nefret zaafa uğradı, kâfirlere muhabbet beslenmeye başlandı. Müslüman aşîretler; birbirlerine karşı, düşmanla ittifak ettiler.
Sonunda ilâhî gayz ve kahır tecellî etti. Nimet elden gitti. Öyle ki İspanya Kralı Ferdinand ve karısı İzabellâ, yarımadadaki müslümanları hıristiyan olmaya zorladı. Sûretâ hıristiyan olanların nesilleri de hakikaten hıristiyan olup gitti. Hıristiyan olmadıkları için Endülüs’ten kovulan müslümanlar, kelle başı korsanlara satıldı. Onları Kuzey Afrika’ya götürmek üzere gemilere dolduran korsanlar, müslümanların büyük bir kısmını Akdeniz’e boşalttı.
Ashâb-ı kiram, aşk ile yaşanan bir îmân ahlâkına sahipti. Kardeşleriyle merhamet tesânüdü içindeydi.
“Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün.” Ferdî ibâdetlerin zirvesi namazdır. İlk farz olan ibâdettir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanındaki ashâbın manzarası, onların en güzel tarifi ve ifadesi, bu ibâdeti kalp ve beden âhengi hâlinde îfâ edebilmeleri olmuştur. Onlar bu namazı cemaatle îfâ ederler. Cemaat hâlinde, muntazam saflarla edâ edilen namaz; ne güzel bir içtimâî âhenk manzarasıdır! Orada cemaat, birbirinin hâlini, sevinç ve ıstıraplarını sîmâlarından anlar ve kardeşliğin en güzel zirvesini yaşarlar. Bilhassa rükû ve secde; Allâh’ın karşısında boyun eğmenin, hiçliği idrâkin ve tereddütsüz itaatin en güzel ifadesidir. İslâm düşmanlarına şiddetli olan mü’minler; kendi aralarında merhametli oldukları gibi, Allâh’ın huzûrunda da kemâl-i edep ve tâzim içindedirler.
“Onları rükû ve secde hâlinde görürsün.” Onların bu rükû ve secde hâlleri bir rûhâniyet tevzî eder. İşte bu; «bir vecd ile bin secde edebilme»nin gönül manzarasıdır. Farz namazların hâricinde de mü’min, Peygamberi gibi; her fırsatta namazla Rabbinin huzûruna koşar. Teheccüd, kuşluk, evvâbîn gibi mûtad vakitleri; namazla ziynetlendirir. Hâcet, istihâre, şükür, abdest, tahiyyetü’l-mescid, husuf ve küsuf gibi her vesile ile namaz kılar. Namaz ile Rabbinden yardım ister. Namaz ile Rabbiyle konuşur, namaz ile mîrâca yol arar. Zira Rabbimiz; “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyurmuştur.
Mü’minin îmânı; namaz ile, namazda okuduğu Kur’ân ile, secdeler, kıyamlar ve rükûlar ile kuvvetlenir. Öyle bir namaz ki rûhâniyet tevzî eder. Gönlü itmi’nâna kavuşturur. Rûhun açlığını ilk bertarâf edecek olan, Cenâb-ı Hakk’a yapılan samimî secdelerdir. Bu; mü’mini fahşâ ve münkerden, her türlü kötülüklerden korur. Sanki muhkem bir kale içinde her çeşit düşmandan (haramlardan ve kerahetlerden) muhafaza edilen bir hâle mazhar olur.
Dolayısıyla; Mü’minlerin namazlarında da, bütün hayatlarında da duâ ve niyaz hâli vardır. Kulluğu, duâsı ve yalvarışı olmayan kullara; Cenâb-ı Hakk’ın kıymet vermeyeceğini, onlar çok iyi idrâk etmişlerdir...”