“Allah’tan fazilet/lütuf ve rıza isterler.” Peygamberimiz ve ashâbının bütün gayretlerinin özü, Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. O’nun rızâsı, en büyük lütuftur. Bu lütfa eriştirici vesileler olarak, dâimâ fazîletleri isterler. Çünkü Allâh’ın rızâsına erişmek için, O’ndan râzı olmak gerektiği şuurundadırlar. Çünkü takdir, Allâh’ındır. Kadere îman ve takdire karşı gönül hoşnutluğu içinde yaşarlar. Ashâb-ı kiram; îmânı muhafaza, Cenâb-ı Hakk’a kulluk ve Allah Rasûlü’nün yanında olabilmek uğrunda, nice imtihanlarla, çile ve ıstıraplarla karşılaşmışlar ve dâimâ her emre; “işittik ve itaat ettik” demişlerdir. Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- bu teslîmiyet hâlini ne güzel hulâsa eder: «Beni hayatta en çok sevindiren, mukadderâtımdır. Başıma gelen her hâli, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun olması için bir gönül hoşluğu ile karşılayabilmemdir.» İşte bu;Namazla kazandıkları rûhâniyetin getirdiği bir hâl ile hayatın bütün med-cezirlerine, iniş-çıkışlarına gönül hoşluğu içinde severek sabır ve tahammül gösterebilmektir.
Mü’min takdire râzı olarak yaşamalıdır. Çünkü gaybı bilmez. Nefsine hoş gelmeyen şeylerde, kendisi için hayırlar saklı olabileceği hikmetini müdriktir.
Sahâbeye; zenginlik nasip olmuşsa, onun îcaplarını yerine getirir. İhtiyacın fazlasını infâk eder. Malı, kendisine emânet ve Allâh’ın rızâsını kazanmanın malzemesi olarak görür. Bu bakımdan israf ve cimrilik onların hiç tanımadığı bir hayat tarzıydı. Yarın bu beden mülkünün zeval bulup esas hayatın âhiret hayatı olduğunun şuuru ve idrâki içinde idiler. Eğer bir sahâbînin nasibine fakirlik düşmüşse; sabır, kanaat ve istiğnâ ile yaşardı. Darlıkta da infak heyecanını yaşamak için; dağlardan odun toplar, satar ve Allah Rasûlü’nün önüne koyarak infâk ederdi. Çorbasına bir tas fazla su koyar, amma komşusunun hâline bîgâne kalmazdı.
Hasta ise sabreder, asla isyan etmezdi. Sağlam ise şükreder, enerjisini Allah yolunda bütün vüs‘atiyle sarf ederdi. Hayatın her şartında, med ve cezirlerde, iniş ve çıkışlarda rızâyı Bârî’den dışarı hiç savrulmazdı.
Bugün çok rastlanan psikolojik rahatsızlıklar, sahâbe asrında neredeyse meçhuldür. Hâlbuki onların başına ne ağır imtihanlar ve ne büyük sıkıntılar gelmiştir. Fakat onlar; ne depresyona girmiştir, ne de bunalım geçirmiştir. Çünkü onlar, Allah’tan râzı olmayı tahsil ettiler. Onlar Allah Rasûlü’nün ashâbı olmanın sevinci içinde ve O’nun en ufak bir arzusunu yerine getirebilmenin heyecanı içinde yaşadılar. Onların tek endişesi âhirette de Allah Rasûlü ile beraber olabilmekti. Onların düsturu, Efendimiz’in şu hadîsi idi: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” İdrâk etmişlerdi ki: Dünyada kimi daha çok seviyorsak, âhirette de onunla beraber olacağız.
«Âhirette de Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ashâbı ve komşusu olabilecek miyiz?» endişesi ile sâlih amellere, fazîletlere ve hayrâta koştular. Onlar sâlih amellerde keyfiyeti aradılar. Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; «daha çok amel» değil, «daha güzel amel» buyurmuştur. (el-Mülk, 2)
Takvâ ve huşû ile edâ edilen keyfiyetli sâlih ameller, mü’mine de keyfiyet kazandırır. Öyle ki, sîret sûrete yansır. Kalpteki huşû, sîmâda nûra akseder