Büyük Allah dostu Ahmed İbn-i Verd (r.h.) dostluktaki gerçek özellikleri şöyle ifade ediyor: “Üç şey vardır ki, bir Allah dostunda arttıkça, güzel halleri de artar: 1- Makamı yükseldikçe, tevazusu artar, 2- Ömrü uzadıkça, hizmeti artar, 3- Malı çoğaldıkça, cömertliği artar.
Sadık dost, açılmış bir çiçek gibi güzellikleriyle, samimiyetiyle, hoş kokusuyla gönülleri okşamalı, sadık dostun her sözü gönüllere gıda olmalı. Yüzlerinden tebessümleri eksik olmamalı. Tatlı dilleriyle etrafına rahmetler dağıtmalı, şahsiyeti ve davranışlarıyla ahsen, ecmel ve ekmel kıvamında olmalıdır. Demek oluyor ki, her işi en güzel olmalı, sözleri ve davranışlarıyla gönüllere huzur ve ferahlık verecek zerafet ve incelikte olmalıdır. Bu dostluk, kuralı eksiksiz yerine getirilince, huzurlu bir toplum ortaya çıkar. Saadet asrı toplumuna, yani Efendimiz (s.a)’in şerefli sahabilerine baktığımızda, kesinlikle maddi ve manevi hiç bir buhran ve sıkıntının olmadığını görüyoruz. Asr-ı saadet toplumunda, farz ve nafile oruçlara iman heyecanıyla devam ediliyordu. Oruç, bir mü’mini vicdan muhasebesine yönelterek mü’mini muhtaçların halinden anlamaya, şefkat ve merhamete teşvik eder.
Şerefli ecdadımız Osmanlı, aynı şuurla, toplumu, şefkat ve merhamet kurumlarıyla donatmışlardır. Camiler, külliyeler, medreseler, şifahaneler, sebiller ve buna benzer hayır kurumlarıyla, toplumun maddi – manevi ihtiyaçlarını gidermişler, huzuru temin etmişlerdir. O halde, hep birlikte, günümüzün toplumunda bizlerin yeri nerelerde?
Hazreti Mevlana (k.s) buyuruyor: “Sağlık ve afiyet zamanında, herkes dosttur. Ama dert anında, gam vaktinde, Allah’tan başka eş - dost nerede?”
Evet, kıymetli okuyucularım!
Müslümanlık, sadece Ramazan-ı Şerif’e mahsus ve belirli günlere, haftalara, aylara ait bir merasim değil, ömürlük bir takva hayatıdır.
Gölgesi üzerimize doğru yaklaşan Ramazan-ı Şerif ayı, özellikle, sahurlarıyla, iftarlarıyla, teravihleriyle bir takva mektebidir. Büyük ümitlerle ipini çektiğimiz bayram günleri de biz mü’minlerin, daha dünyada iken cennet hayatı yaşayacağımız mes’ut günlerimizdir. Gerçek bayram, yüce mevlamızın bizden razı olmasıdır. İşte, bu mübarek rahmet ve mağfiret günlerinin arefesinde, fakirleri, yoksulları, yetimleri, kimsesizleri sevindirelim, rahmet tecellilerinden nasiplerimizi kaçırmayalım. Musa (a.s) Cenab-ı Hakk’a ilticasında: “Ya Rabbi! Seni nerede arayacağım?” dedi, Allah Teâla buyurdu ki: “Beni, kalbi kırıkların yanında ara.”
Tarihe yön veren zirve şahsiyetlerden biri olan, İmam-ı Azam Ebû Hanife hazretleri öyle buyuruyor: “Takva’ya sarıl! Bilmiş ol ki, insanlarla iyi geçinmezsen, onlar sana düşman kesilirler...Hatta, annen – baban bile olsa, senden hoşlanmazlar. Hoş geçinmek gereken yerde, mudârat / idare edici muamele yapmayan, akıllı sayılmaz. Herkese, mertebesine göre itibar et. İlim ehlini büyük tanı. Gençlerle, gönül alıcı latifeler yap. Hayırlı kimselerle arkadaşlık yap. Kimseyi hakir görme. Denemedikçe, kimsenin dostluğuna güvenme. Hasis ve cimri kimselerle dost olma. Sabırlı ve tahammüllü ol. Güzel ahlaklı, Derya gönüllü ol. Kalbin yâni gönlün gibi elbisen de temiz olsun, yeni olsun. Binek atın iyi olsun. Yemek yedirmekte çok cömert ol. Seni ziyaret edenleri de, etmeyenleri de sen ziyaret et. Sana ister iyilik yapsınlar, ister kötülük, sen herkese daima iyilik yap.”
Kıymetli okuyucularım!
Sizlerle hasbihalimizi şu ibretli olayla bitirmek isterim. Bir gün Ebû Hanife hazretleri, çamurda yürüyen bir çocuğa şefkatle ve tebessüm ederek: “Evladım! Dikkat et düşmeyesin, ayağın kayar düşersin.” dedi. Küçük yavru İmam-ı Azam hazretlerine şu ibretli cevabı verdi: “Ey imam! Benim düşmem, ayağımın kayması önemli değil. Ben düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat siz dikkatli olun! Eğer sizin ayağınız kayarsa, size tâbi olup arkanızdan gelenlerin ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırıp doğrultmak çok zor olur.
Bir Allah dostu da öyle söylüyor: “Bir âlimin hata yapması, insanlarla dolu bir geminin batmasına benzer, gemi battığı zaman, birçok insan da gemiyle batar.” Yüce Rabbimiz ayaklarımızı kaydırmasın...