Üniversiteye başlayan her öğrenci bir kumaştır. Anna-babasından, o ana kadar devam ettiği okullardan, çevresinden aldığı milyonlarca ilmekle dokunmuştur. Üniversite, gerek okul içi eğitimi, gerekse değişik kültürlerden insanlarla etkileşimin neden olduğu dolaylı eğitim ile kumaşın ne işe yarayacağının kararının verildiği yerdir. Unutmamamız gereken şey şudur. Paspas da kumaştır, bayrak da, yelken de. Kimi kazanımlarını nakıs, güdük, ebter emellerle harcarken, kimi de iki dünyada huzur getirecek İslam davasına nefer olup, bayraklaşarak çığır açar, yelken olup insanlığı taşır, kurtarır.
Ve bu kıymetli kumaşların bayrak ve yelken olmaları için, onları rotada tutacak, dava sahibi yapacak, nereye ait olduklarını, neye hizmet edeceklerini öğretecek ve dava üzere sabit tutacak bayrak direkleri, yelken direkleri lazımdır. Savrulup gidip ayak altına paspas olacak kumaşları bayraklaştıracak ve bu yolla, onları İslam’a remiz edecek, yelkenleştirecek ve hem İslam’a hem Müslümanlara yol aldıracak yelken direkleri.
Kumaş ne kalitede ve sağlamlıkta olursa olsun, doğru direğe gerilmedikçe çürüyüp gitmeye mahkumdur. Tarihimiz bu tür bayrak direkleriyle doludur. Yakın tarihimizde Necip Fazıllar, Sezai Karakoç’lar, Mehmet Güney’ler ve niceleriyle dolu. Bu muharrik güçlerin en kıymetlilerinden, ve bu fakirin İslam’ı sevmesinde, hidayeti kovalayacak kapıdan geçmesinde emeği olan Muhsin YAZICIOĞLU Ağabeyin Hakka yürüyüşünün yedinci sene-i devriyesi bunları düşündürdü.
Bataklıkta açan gül desem, dik duruş desem, adam gibi adam desem, illa ki de tevazu ve illaki de tevazu desem, dava adamı desem…….. Birmilyon kişiyle omuzlanan cenazesinden, arkasından dostlarına söyleyecek övgü sözü bırakmayan rakiplerinden, sevenlerinin göz yaşlarından anlaşılıyor ki o güzel adamdı.
Bulunduğu siyasal yapıdan ayrılması ile son siyasi partisini kurması arasında geçen bir yıllık sürede onunla yaşadığım şeyler var. Ama saman kağıda değil ancak amel defterimize sığacağından buraya yazmıyorum. Ancak Muhsin YAZICIOĞLU’nun halikopteri kaybolup, arama çalışmaları sürerken televizyonda izlediğim bir röportajda şahid olduğum şu diyalog milletin düşüncelerine rehber niteliğindeydi. Muhabir 16-17 yaşlarında bir gence soruyor. Delikanlının üzerinde kont mont, Ayaklarında bez spor ayakkabı, Yerde ise en az kırk santim kar var. Dağa gelmişler binlerce ALPEREN gibi. İdollerini, liderlerini arıyorlar buz gibi dağlarda.
- Burada ne yapıyorsun? Neden buradasın? Nereden geldin?
- Urfalıyım diyor delikanlı. Oradan geldim. Başkanımı bulacağım. Onun için geldim.
- Ama askerler, polisler, Devlet arıyor zaten, hem çok soğuk, hasta olursun, ölürsün diyor
- Başkanım öldükten sonra ben neden yaşayayım, diyor delikanlı.
Direk olmasa bayrak da olmaz diyor yani. Direksiz yelken çarşaftır diyor. O olmasa biz ne işe yararız diyor.
Böyle karşılıksız, hesapsız sevilen insanlar üzerinde yükseliyor davalar. Sadece Allah rızası için çalışanlar böyle seviliyor. Çok teklifler aldı, dünyada koltukları olsun, gücü olsun, kurumlarda iktidarı olsun diye. Milletiyle çelişen tüm teklifleri elinin tersiyle itti. Milletine çevrilmiş tanklara, siyonist tezgahlara, sermaye çetelerinin tuzaklarına kaştı dimdik durdu. Fıtrattan atiye uzanan İslam gemisinin yelken direği gibi, bayrak direği gibi direndi.
Erken öldü/şehadetle şereflendi. Az nefesi oldu. Ama havası da helaldi, yedikleri içtikleri de. Öğretmendi. Kaypak zeminde yıkılmamanın öğretmeniydi. Millete hizmet için koltuk da kovaladı, yine hizmet ve onur için kalkmayı da bildi. Evet az nefesi oldu ama ahirete erteledi nefeslerini. Rabbinden bekledi mücadelesinin karşılığını.
Sana borçluyum, pek çok genç gibi. Savrulacakken elinden tuttuğun davana tutundurduğun, İslam’ı sevdirdiğin şimdilerde kırklı yaşlarını yaşayan gönlünü Nizam-ı Aleme adamış, belki başka kulvarlarda hizmeti sürdüren binlerce insan gibi. Allah sana rahmet etsin. Cenneti mekanın etsin. Hz. Muhammed’e komşu etsin seni.
Hiç üşüme.