“Beni sevmeyeni ben de sevmem” dedi birisi.
“Beni sevmese de sevilmeye layıksa severim” dedim ben de.
Konu açıldıkça derinleşti. Derinleştikçe daha anlamlı hale geldi. Konuyu etrafımızda bulunan herkese yöneltmeye başladık. Güzel bir fikir alışverişi içinde hoş sohbetle kimi düşüncesinde yapılandırmaya gitti, kimisi de ilk görüşünde sabitlendi.
Çoğu kişi “Beni sevmeyeni ben de sevmem. Beni sevmeyeni sevmeye çalışırsam, beni üzeceğini, kalbimi yoracağını düşünürüm” diyerek söze devam etti. Arkadaşlarımı sabır ve sükûtla dinledim, bazen de ters müdahale ile görüşlerini biraz daha açacak boyuta taşıdım. Herkesin işi gücü vardı tabi, bir süre sonra benim ne düşündüğüm sorulunca başladım anlatmaya;
“Ben, beni sevmese de sevilmeye layık olanı sevmeye devam ederim. Onun sevgiye layık olmasını, beni sevmesine bağlamam. Hiç görüşmediğim, farklı fikirleri dolayısıyla benden uzaklaşan arkadaşlarım, tanıdıklarım oldu. Ancak onları sevmeye devam ettim. Bundan zerre kadar pişmanlık ya da kalp yorgunluğu duymadım. Gönlüme koyduğum yerde sabit kalmaya devam ettiler. Kızdığım zamanlar elbet oldu ama ‘sevmiyorum’ diyemedim. İnsan sevdiklerine kızardı çünkü. Hatta nefret bile sevgi olmadan meydana gelmiyordu. Birisine karşı beslediğin yoğun duyguların değişimiyle oluşan bir olguydu nefret. “
Gülüştüler… “Ya aşk?” Dediler…
Aşk, başka bir yolculuktu. Sevginin yoğunluğunca oluşan bir gönül sızısı. Aşkta var olmak vardı, sonsuzluk ve bitmeyen bir sevda. Öyle “O beni sevmiyorsa ben de sevmem” lere sığacak kadar küçük değildi aşk... Gönlümde yer edinmiş hiç kimse öyle kolay çıkamazdı. Ben de güldüm. “O da benim bencilliğim olsun” dedim.
İnsanları Allah’ın birer parçası gibi görmeye başlayınca, dünyalık hallerinde sevmediklerin, ölümsüz sevgilere layık bir başka pencere açabiliyordu sana. O pencere de aşkı bulabiliyordun. Arıyordun çünkü.
Evet, belki bencillikti. Nazım bile Tahir ile Zühre’nin aşkında “Sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?” ya bağlamıştı olayı. Haklıydı da. Ben seviyorsam, karşımdakinin de aynı ölçüde sevmesini bekleyemezdim. Buna hakkım olmadığı gibi, benim gönlüme düşen sevgiyi de alıp götürecek kudreti yoktu kimsenin. Ben sevmekte bencildim, sevilmekte değil. Ben gönlümdekine sahip çıkarım.
Öyle ki benim Yaratan’dan ötürü sevdiklerim var, yaralarından ötürü sevdiklerim var, yaptıklarından dolayı sevdiklerim var, yapamadıklarından dolayı sevdiklerim var. Var da var. Herkes hak ettiği kadar sever. Ben sevmeyi hak ediyorum. Bu konuda oldukça bencilim. Sevmenin, sevilmekten daha güzel olduğunu anlayabilmenin gururuyla duygularımı bir bir anlattım.
“Sen farklı düşünüyorsun ”diyen de oldu, “Bence yanlış düşünüyorsun” diyen de. Herkesin doğrusu kendineydi. Benim doğrum da bu. Kimseyi, beni sevmeye mecbur bırakamazdım ama sevmeden de yaşayamazdım. Aşka da, sevdaya da dünyalık bakmamayı öğrendim. Vuslatı bekleyen âşıklar misali sonun, başa varacağının bilinciyle bekliyorum sevmek için, sevilmeye değer tüm insanları.
“Ya beni sevmezse”, “Ya benim gibi sevmezse” ler boş geliyor bana. Ben gönlümdeki sevdaya dönerim, karşımdakinin sevip sevmediğini pek önemsemem. Bana bahşedilen bu duygunun yoğunluğu beni sarmışken gözüm bir süre sonra karşımdakini görmekten aciz olur. Kulağım kötü sözleri işitmez, yüreğim olmazlarla yanmaz. Söyleyeceklerim varken susarım. Dilden çıkan, olur da gönle ket vurur diye korkarım.
İşte beni kör, sağır, dilsiz eden gerçek aşkadır özlemim. Gerçek aşk özdedir. Öze dönüş gönülde başlar Hakk'a tecelli eder. Sevdayı gönle düşüren O Allah ki, kendisine dönüşün en keskin ifadesini sunar dünya âleminde.
Ve diyorum ki;
“Aşk ile yanmayan bilmez Mevlâ'yı,
Aşka düşmeyen görmez dergâhı,
Aşk yangın yeridir aydınlatır semayı
Aşk dünyaya kör bakmakla mümkündür
Gözün açıldığı yer ancak kendi gönlündür.”
O halde gönlünüze sahip çıkın, her şeyi en derin haliyle görebilen gönlünüzün kıymetini bilin. Oraya girenler bırakın hak ettiği kadar kalsın. Bırakın dünyalık namını salsın. Ama ahretlik bağını sizden koparmasın…