Yaz yaz diye diye, yazdık çizdik, yazı da bitirdik. Şimdi kızgın kumlardan, serin toprak kokusuna geldi sıra. Doğrusunu söylemek gerekirse ben kızgın kumları, yakan güneşi, sarı sıcağı sevenlerdenim. Yaz mevsiminin delisiyim. Hele birde aylardan Temmuz ise, hele birde Antalya’daysan, bambaşkadır şarkılardaki gibi. Bayılırım yaz akşamlarına, günün kızıl buğusundan sonsuz maviliğe doğuşuna. Eylül’de yazın uzatması gibi gelir bana. Biraz sıcak, az biraz serin. Oyalanan yaz edasıyla bir mevsimin geçişidir.
Ayın ilk günü itibariyle sosyal medya paylaşımlarına dikkat ediyorum, hazana dem vurulmuş, hedef hüzün olmuş, güz terazisinde yerini bulmuş derken ortalık; ayrılık, umutsuzluk, özlem ve hasretlere gebe bir Eylül meselesi olmuş. Nasıl da hemen insanların üzerinde gereksiz bir yorgunluk, ruhsal bir çöküş, karamsar duygular hâsıl olmuş.
Nedir Eylül ayını bu kadar hüzünlü, bu kadar melankolik yapan şey, hiç düşündünüz mü? Yaprakların dökülmesi mi, tatilcilerin şehri terk edip gitmesi mi yoksa geçmişten günümüze edebiyatın cilveli dokunuşları, şairlerin ısrarcı tavrı ya da duygusal bir toplum oluşumuzdan mı kaynaklı acaba? Edebiyat demişken, coşkusuna hayran, sadeliğine can pare, süsüne biçare, içselliğine ve kendine has varoluşçuluğuna gıpta ettiğim benim için değerli bir bilimsel sanattır. Özgür ruhları temsil eden Türk edebi kültürü de eski ve yeniyle harmanlanmış, bu günlere gelmiş, doğal bir süreçte yenilik ve değişimi devam ettirmektedir. Ancak şu güz mevsimini coşkuya dönüştürecek, değişimi üstlenecek, hasreti bitirecek bir edebiyatçıya da rastlamak zor her halde.
Mehmet Rauf’un “Eylül” isimli romanı edebiyatımızdaki ilk psikolojik romandır mesela. Romanında yasak aşkın umutsuzluğuna yer veren yazar, Eylül ayını; “Eylül öyle bir ay ki geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekliydi. Eylül esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp esef eder ve özlem çeker.” Cümleleriyle anlatırken, sanki bugünlere kadar uzanan hikâyeye bir çerçeve eklemiş.
Öyle ki bugün Türk edebiyat tarihine isimleri kazınmış şairlerimizden, Ümit Yaşar Oğuzcan “Ben Eylül sen Haziran” derken ömrünün son demlerine atıfta bulunmuş, kendi hüznünün içinde bir nebze mutluğu Haziran’da aramış sanki. Cahit Külebi “Sonbahar Geliyor” demiş ve sonbaharı yıkım ilan etmiş. Ya Metin Altıok, “Sonbahar -ki acının değişmez dipnotudur” diye başladığı şiirine “Yüreğini acıyla buruşturur” diye devam etmiş ve “Sonbahar -ki doyumsuz bir aşkın sonudur.” Şeklinde bitirmiş. Turgut Uyar da geri kalmamış iyice körüklemiş ateşi, “Tavrım birçok şeyi bulup coşmaktır” dese de ‘Acıyor’ şiirinde, “Sonbahar geldi hüzün/ İlkbahar geldi kara hüzün” dizeleriyle coşkunluğunu bağlayıvermiş iki mevsim arasında vazgeçmelere. Ya Ahmet Telli, “Güz gelip de yangın başlamadan” diye yapılacakları sıralamış dizelerinde. Çünkü güz gelse, ayrılık, özlem gelip çatacak kapıya. Nazım Hikmet de eklemiş “Sevgilim, Sevgilim mevsim sonbahar…” Çiçekli badem ağaçlarını unutturup, olgun meyvelerin baygınlığında parıldatmış sevdalısının saçlarını.
Belki bu yüzdendir bu kadar hüznü yakıştırmamız, bir Eylül sabahıyla başlayıp kara kışlara teslim olmadan hasretlere alışmamız…
Ama durun! Bir şey buldum ben. Benim gibi düşünen, başka bakan, aşka, sevdaya hüznü dokundurmayan, yeni başlangıçlara uyanan, serinlikle tazelenen, tazelendikçe daha çok seven.
İşte, Ataol Behramoğlu. Eylül sabahının serinliğini ciğerlerine doldurup, her zaman yeniden başlamak duygusuyla uyanıyorsa, her uyanışta düşmanları bağışlayıp, dostlarını daha çok seviyorsa, yaprakların serinliğini yüreğine dolduruyorsa… Benim gibi düşünen birileri geçmiş buralardan diyorum. İçime bir serinlik doluyor aynı dizelerdeki gibi. Yeni uyanışlara, yeni başlangıçlara, yeni umutlara açıyorum penceremi. Kuş cıvıltıları sarıyor nemsiz deniz kokusunda. Bir de toprak kokusu, hasreti değil, gitmeleri değil, kalıp, direnip var olmayı, yaşamayı hatırlatıyor bana.