Beyin öyle bir şey ki uzun zaman aynı öğretilerle şekil almaya devam ettiğinde o öğretileri aynı tekrarda ne kadar derinleştirirse derinleştirsin zaman içinde yeniliklere de bir o kadar kendini kapatabiliyor. Aynı şekilde çok uzun zaman hiçbir öğretiyle sarsılmayan beyin, adeta nadasa bırakılmış bir tarla misali öylece durağan şekillenirken, tarlanın tohuma olan açlığı gibi o da bir süre sonra yeni bilgilere büyük bir açlık hissediyor. Hatta bir süre sonra açlıkla terbiye edilen canlı misali önüne ne gelirse, muhteviyatına bakmadan yiyip yutmak, sonuna kadar içmek, silip süpürmek istiyor. Bu yenilenme canlıda tazelenme ve hep bir fazlasını istemeyle sonuçlanabiliyor.
Stefan Zweig’in Satranç isimli uzun öyküsünü okuyanlar hemen hatırlayacaktır, öykü kahramanı Dr.B’nin içinde bulunduğu durumu. Bilmeyen okurlara kısaca hatırlatacak olursak;
Doktor B, tanınmış bir aile mensubu avukat, hatta üst düzey bir hukuk danışmanı Hitler zamanında GESTAPO tarafından ele geçirilmiş, arkadaşlarıyla beraber işkenceye maruz bırakılıyor. Ama ne işkence! İşkencelerin belki de en zorbası, en kötüsü, koca bir hiçliğe mahkûm ediliyor, hem de 4 ay!
4 ay, diğer işkence yöntemlerinde oldukça farklı, bir otel odasına kapatılıyor. Odada hiçbir şey yok, bir boşluk. Dayak yok, kaba kuvvet, bedensel işkence yok! Daha kötüsü var, daha fazlası var. Çünkü evrende hiçbir şey, hiçlik kadar büyük yaralar açmıyor insan ruhunda. Doktor B, bu durumu kendi cümleleriyle şöyle açıklıyor; “Sonunda dudaklarımızı uçuklatan o baskı dayak ve soğukla dışardan değil, her birimizi ayrı ayrı tam bir mekân boşluğunda, dış dünyadan kopuk bir odaya kapatmak suretiyle içeriden üretilmeliydi. Kendi bedenimin çevresine tam bir hiçlik inşa edilmişti. Bütün nesneler alınmıştı elimden, zamanı bilmemem için saat, yazmamam için kalem, kâğıt, bileklerimi kesmeyeyim diye bıçak ve en ufak bir uyuşukluğa izin vermemek için herhangi bir şey. Kapı dibinde sadece konuşmayan bir nöbetçi yüzden başka insan görmüyor, duymuyordum. Göz- kulak beslenemez oldu. İnsan kendisiyle kalıyordu sadece. Düşüncelerin de bir dayanağa ihtiyacı var. Yoksa onlar da kendi etrafında anlamsızca sabah akşam dönüyorlar. Bir şey olsun diye bekliyorum. Hiçbir şey olmuyor.”
Bir gün sorgu için getirildiği bekleme salonunda askıda bir ceket görüyor ve ceketin cebinde bir dikdörtgen. Heyecanlanıyor, o şeklin bir kitaba ait olduğu düşüncesiyle sersemliyor ve ne yapacağını bilemez bir tavırla, konusu ya da yazarını bilmediği o kitabı çalıyor. Bilgiye, arkadaşa, yeniliğe o kadar açtı ruhu, bedeni, başka bir çare görmüyor ona sahip olmak için. Ve odasına taşıdığı yalnızlığının tek yoldaşı belki beklentisini karşılayacak bir Goethe, bir Homeros değil ama bir satranç kitabı oluyor. Başka bir seçeneği olmadığı için aylarca, gizli gizli bu kitabı okuyor. Ustaların oyunlarından derlenmiş 150 örnekli satranç öğretilerini barındıran bu kitapta ne kadar örnek varsa milyonlarca kez Dr. B. tarafından tekrarlanıyor, ezberleniyor.
***
Ve yıllar sonra bir gün, bütün bunlar bittiğinde…
Bir gemide hırslı bir milyoner, burnu havada bir dünya satranç şampiyonunayüklü bir ödeme karşılığında karşılaşma teklifinde bulunuyor. Sonuç olarak milyoner,10-15 kişiyle beraber şampiyona karşı yenilirken, oyunun gidişatına dayanamayan gizemli bir yolcu grubun içinden duruma el atıyor. Dünya şampiyonunun her hamlesinden sonraki 5-6 hamleyi hesaplayarak oyunu alınıyor.
Hatta şampiyon ilk defa rövanş teklifinde bulunuyor.
Bu gizemli adam size de tanıdık geldi mi? Tabi ki Dr. B.
Kesinlikle okumanızı tavsiye edeceğim muhteşem bir uzun öykü “SATRANÇ.” İşte öğrenme ve bilgi açlığı öyle bir şey ki, önüne ne gelirse gelsin içeriğine hiç bakmadan tüketilebiliyor ve beyin yeni bilgilerle bütünleşebiliyor. Ara sıra beyin tarlamızı yeniliklere ulaştırmak, yeni imkânlar tanımak için nadas bırakıp, tazeleyebiliriz. Hem de hiç olmadığı kadar berrak. Hiçlik duygusunda tek sığınağı bir satranç kitabı olan Dr. B gibi tutsak olmasak da hiçlik duygusuyla hareket ederek yeni öğretilere bir kapı da biz açabiliriz.