İnsanlar, anlık gördükleri ya da duydukları üzerinden edindikleri izlenimleriyle söz konusu edilen olaylar hakkında bir görüşe tabi olurlar ve o görüş kimi zaman doğrunun yarısına kimi zaman da tamamen farklı bir kapıya çıkabilir.
Bir konu üzerinde netlik kazanmış sözleriyle hayatı irdeleyen insanlar da maalesef tek yönlü tavırlarıyla elde ettikleri kazanımlarını hayata sunarken, hayat da onları sınamaya devam eder.
Neden mi?
Çünkü yargıda bulundukları her ne ise kendi bakış açılarıyla ve gördükleriyle anlatabilecekleri ya da anlayabilecekleri kadardır. Geriye kalanını öğrenebilmeleri için eleştirdikleri insanların hayatına dokunmaları, onları iyi tanımaları gerekir. Diğer türlüsü, anlatılamayanların oluşturduğu gereksiz yargılardan ibarettir.
Sonuç itibariyle merakına yenilip soru soran taraf, alacağı havada cevaplarla tatmin olmayacak ve devamını deşmek, sonucun doğurduğu sebeplere inmek isteyecektir. Öyle ki, önyargılara direnmeye çalışan insan, her defasında içinde bulunduğu durumunu açıklamakta, konuşmakta, anlatmakta zorluk çekebilir. Bazen hissettiklerini, yaşanmışlığın içinde kendisi bile kabullenememişken kelimelere aktarması da olanaksız olabilir.
Belki açıklasa, karşı tarafın bakış açısıyla farklı sonuçlar doğacak, yıllarca kendi üslubuyla kapattığı konular, yeniden şekillenecek ve itiraf edemedikleri gün yüzüne çıkacak. Elbette kimseyi zorlayamayız, kimsenin hayatını irdeleyemeyiz, onun yaşantısını örneklendirerek yeni sonuçlar türetemeyiz. Herkes aynı olay karşısında farklı hislere, farklı duygulara sahip olabilir. Kimin nasıl tepkilerle karşılaştığını bilmeden haklı ya da haksız yargılama yapamayız.
Yargılamalar çoğunlukla özel hayata müdahale olur. Ama nedense kimse de, “Sen öyle diyorsan, kendince vardır bir bildiğin” diyerek güven ihtiva etmiyor söylenenlere. İlla deşecek, illa kurcalayacak ki, kendi düşüncelerine ortak bulsun ya da kendi düşüncelerini başkalarına da empoze edebilsin ister. Bunda biraz da yaşanmışlıkların içinde tecrübeleriyle bütünleşen egoları yatar insanların.
Banu işten yeni ayrılmıştı. Fırsat bulur bulmaz arkadaşlarıyla bir kahve içimlik sohbet için buluştu. İşle alakalı sorular geldikçe, “Şuan çalışmak istemiyorum, biraz dinlenmeye ihtiyacım var” dedi. Ayşe hemen itiraz edercesine; “Nasıl yani, bu kadar zaman sigortan yatmış, emekliliğine şurada ne kalmış, ne demek çalışmak istemiyorum? Ne demek dinlenmek? Emekli olduğun zaman dinlenecek çok vaktin olacak!” diye bir püskürtme yaptı.
Kendince haklı nedenleri vardır diye düşünmeden konuşan Ayşe, durumu kendi yaşıyormuşçasına kendi kararını sorguluyormuşçasına hiddetlendi. Dinleme gereği duymadan başladı saydırmaya. “Şimdi sen böyle dersin, sonra ev ortamına, rahatlığa bir alışırsın, sonrasında hiç çalışmak istemezsin. Ben bilirim bu durumları. İki çocuktan sonra ben hiç dönemedim iş hayatına, aynı hataları yapacaksın. Bak şimdi adamın gözünün içine bakıyorum, primlerimi ödesin de emekli olayım diye!” Dedi. Durdurana aşk olsun.
Bu sözleri duyan Banu, özel durumları olduğunu ifade etmek istese de, Ayşe bu özel durumları duyup, hak verene kadar susmayacaktı. Fakat Banu da durumunu ortaya açmak, anlatmak istemiyordu. Kısaca, “Şuan çalışmayacağım Ayşe, bilmediğin şeyler var” demesiyle hata ettiğini anladı ama iş işten geçmişti. Kendince haklı da olsa, yaşça Banu’dan büyük olan Ayşe’yi susturamamıştı. “Madem bilmediklerim var o halde anlat da ben de öğreneyim, neymiş onlar. Acaba hangi bahane seni iş hayatından alıkoyar?” diyerek üste çıkmıştı Ayşe yine.
Banu kendisini bunalmış hissetmiş olmalı ki, masadan kalkmak istedi. Ortamda farklı yüzler de olduğu için özel durumundan bahsetmek istememesi çok normaldi. Belki hiç kimseyle paylaşmak istemiyordu. Sonunda ısrarlara dayanamayarak ve şiddetli bir öfkeyle; “Bebek için tedavi görüyorum ve doktor stresten, yorgunluk uzak durmamın, iş hayatına da biraz ara vermemin iyi olacağını söyledi. Oldu mu şimdi, tamam mı, mutlu oldun mu?”
Herkes sustu. Ayşe üzüldü. Çok üstüne gitmişti arkadaşının. Haksızdı. Çünkü senelerdir düşük yapan Banu, artık çocuk meselesini konuşmak istemiyordu. Bunu daha önce dile getirmişti. Yıllar sonra tekrardan denemek ve bunu eşinden başkasıyla paylaşmak istemiyordu. Ailesi de bilmiyordu. Anlatmak istememiş, kararına sadece saygı beklemişti. Ama Ayşe’nin densizliği yüzünden kız kardeşinin yanında konuşmak istemediği bir mevzudan bahsetmek zorunda kalmıştı. Bu saatten sonra “Anlıyorum” , “Şimdi oldu” , “Tamam böyle desen anlayacağım” ların bir önemi kalmamıştı.
Kimine basit gözüken durumlar, kimisi için oldukça zor bir süreç olabilir. Herkes olaylar karşısında farklı görüşlere ve farklı deneyimlere sahip olabilir. Birisi bir şey söylüyorsa ve söylediği şey, senin özel hayatına müdahale niteliği taşımıyorsa, saygı duyulmalı. Konu deşilmemeli. Herkes her şeyini herkese, her olur olmaz yerde dile getirmek zorunda değil.
Charles Bukowski, ne güzel de dile getirmiş aslında; “Sebeplerimi bilmiyorsan, seçimlerimi yargılama!” diyerek.
Mevlana da sadece kendi yaşantısıyla özleştirerek yargılama hastalığı olanlara, her şeye burnunu sokup, fazla meraklı davrananlara oldukça anlamlı bir öğütte bulunmuş.
“Benim hayatımı yargılamadan önce, benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, dağ ve ovalardan geç. Hüznü, acıyı ve neşeyi tat. Benim geçtiğim senelerden geç, benim takıldığım taşlara takıl. Yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git, benim gittiğim gibi. Ancak ondan sonra, beni yargılayabilirsin. Geçer dediklerimi geçirdim, biter dediklerimi bitirdim. Nefret