Canlı doğar, gelişir ve zamanı gelince de ölür. Bu söyleyiş klasik olduğu kadar doğrudur da.
Hayat, doğumla ölüm arasında yaşanır. Bu zaman mevhumu dünya hesabıyla bazen birkaç saniyeden ibaretken, bazen de yıllar sürebilir. İşte bu arada yaşadın, yaşadın. Uzunluğundan ziyade nasıl yaşadığının önemiyle vurgulanır hayatın. Ünlü düşünür Martin Luther King ; “Yaşamın uzunluğu değil, nasıl yaşanıldığı önemlidir.” Diyerek özetlemiş aslında.
Hayata nasıl başladığımız doğumumuzdan akıl baliğ oluncaya kadar geçen sürede benliğimizin dışında gelişse de sonraki evrede yaşamımızı tercihlerimiz oluşturur. Hayatımızı isteklerimiz doğrultusunda yönlendirirken asıl mutluluğu; "Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvanî ve nefsanî hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz." Hadisinden yola çıkarak bulabileceğimizi fark ediyorum.
“ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK”
İnsanoğlu kendisinin acizliğini, dünyanın faniliğini, aldatıcı nefsinin bir gün gelip kendisini terk edeceğini ancak ölümle anlayabiliyor ne yazık ki. “Ölmeden önce ölünür mü?” Dediğinizi duyar gibiyim. Evet, aslında ölünür. Yalnız bu yüceliğe, benliğine, nefsine bir ölü kadar sahip çıkabilen insanlar erişebilir.
O insanlar, dünyayı gelip geçici bir hayal, kendisine bahşedilen vücudunu ise emanet olarak görürler. Ölmeden önce hayatın muhasebesi pek yapılmaz. Yaşayıp gider insanoğlu. Ancak bu yüce gönüllüler, yaşadıkları müddetçe her anın, her nefesin muhasebesini yapanlar, hesabına muktedir olanlardır.
Bir ölünün hiçbir azası görevini nesnel olarak yerine getiremez. Ölmeden önce ölenler, öyle bir bütünleşir ki ruhlarıyla, kulakları duymaz, gözleri görmez, dilleri konuşmaz olur. Bedenleri nefislerine değil, ruhuna hizmet eder vaziyette yalnız ve yalnız Hakk’ın aşkıyla demlenir. Bu gücü gönül dediğimiz, kalp çarpıntısından soyutça ayrılan sıfatlarla yerine getirirler.
Ölüler hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şeye duygusal bağlanamazlar. Bu durumda ölmeden önce ölenler, yaşarken de korkularından ve sevgilerinden kendileri izole ederler. Bundan kasıt, şerrin de, iyiliğin de, sevginin de Yaratan’dan geldiğine hiç kuşkusuz inanmalarıdır. Nefret beslemezler, sevgiyi farklı konumlandırmazlar ve korkuya yer vermezler. Ne övülmek onlar için önemlidir, ne de yerilmek onlar için fenalıktır.
Ölüm, insanı geldiği yere götüren bir yolculuktur. Yani Hakk’a. Ölmeden önce ölenler rahmet yolunu bulanlardır. Varlık ve yokluk onlar için birbirinden farksız iki olgudur. Verenin de alanın da tek bir ilahi güç olduğunu bilirler. Böylelikle dünya malına, dünya işine, dünyanın kahrına gülüp geçerler. Ölmeden önce ölenler, hayatın gelip geçiciliğini ölümün gerçekliğinden çıkarıp, kalanı hak edenlerdir.
Bu istekle hem hâl olanlar gerçek mutluluğa şahit olmuş kimselerdir. Öyle ki, kimseyle bir hesabı yoktur. Her şeyin olması gerektiği gibi gelişmesine izin verirler. Ölüm gerçekliğiyle yalana yer vermezler, riyakârlığa sapmazlar, yollarını şaşırmazlar.
“İnsan beşer, gün gelir şaşar” dense de, onlar hayatın güzelliklerini, geçmişin ve geleceğin izlerini fark ederek yaşarlar. İşte ölümü bu dünyada yaşayanlar, gerçek mana da ölümü hak edenlerdir. Onların daha yapacak bir şeyleri kalmamıştır. Aldıkları nefes varlığınca, bedenlerinin ve benliklerinin sunduğunca doğum ve ölüm arasında yapılması gerekenleri yaparak ölümden sonrasına ruhunu arındırmış olanlardır.
Yazımı Senaca’nın çok sevdiğim bir sözüyle noktalamak istiyorum. “Ey yaşam, senin bunca değerli oluşun ölüm sayesindedir.”
Ölümü gerçek mana da hak etmek dileğiyle…