Çok çalışkan bir çocuktu Hüsamettin. Yıllarca her adımda başarının mutluluk getireceğine inanıyordu. Ailesi başta olmak üzere çevresindeki herkes tarafından başarıları dilden dile dolaşıyor, tüm akrabaların içinde parmakla gösteriliyordu.
Özellikle her konuda örnek aldığı babasının takdirini kazanmak onun için vazgeçilmez bir haz olmuştu. Okul yılları boyunca hem derslerindeki istikrarı, hem de sosyal projelerdeki sayısız ödülleri ve bütün bunlara ek, inancına bağlılığı, saygısı, merhametiyle annesinin göz bebeği, diğer kardeşlerin en hayırlısı ilan edilmişti.
Ta ki bir kıza sevdalanıp, dünya işlerinden sıyrılıp, kalbe giden yolculukta kaybolana dek…
Hüsamettin sevdalandı ama öyle böyle değil, kara sevda. Günümüzde eşine az rastlanacak cinsten bir sevdaydı. Üniversite yıllarıydı, diplomasını almaya iki dönem kalmıştı ki, notlarındaki sarsılma, tavırlarındaki asilik, tatillerde eve geç gelme, kardeşlerinin ve kuzenlerinin proje ödevlerini yapmama, bununla birlikte akrabalarına karşı özensizliği, babasının gözünden kaçmadı.
Bağırıp, çağırılacak, kızılacak yaşı da çoktan geçmişti. Babası bir şekilde takdir ettiği, her an yanında olmasını arzuladığı oğluna karşı tavır almaya, istekleri karşısında sağır olmaya başlamıştı. Her gün sonunda telefonla konuştuğu annesi de bu tavrın bir ortağı olmuş, diğer kardeşine daha fazla ilgi gösterip, Hüsamettin’in paylaşımlarına sığ yaklaşımlar sergilemişti.
Akrabaları “Ne olmuş bu çocuğa, son zamanlarda çok değişti, nerde bizim canımız Hüsamettin” dedikçe, babası oğluna karşı inanılmaz dolduruşa geliyor, yıllarca sırtını sıvazladığı çocuğuna, kendi parçasına yabancılaşıyordu. Kimse “Senin bir sıkıntın, bir derdin mi var evladım, sen böyle yapmazdın“ demiyor, vurdukça vuruyordu.
Aile hasretiyle yanıp tutuşan Hüsamettin, değişen ailesi karşısında ne düşüneceğini bilemiyordu. Ancak, ailesinin sevgi ve ilgisini büyük bir başarıyla tekrar kazanacağına ikna olmuş halde, önündeki sınavlara gece gündüz çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordu.
Zaten ailesinin tavrı ortadayken, arada kaçırdığı konuları yetiştirebilmek adına, arkadaşlarından ve sevgilisi Nihan’dan iyice uzaklaşmış, yalnızlaşmıştı. Hüsamettin’in en çok istediği bölüm Arkeoloji’de okuyan Nihan, âşık olduğu adamın soğuk davranışları ve kaçarcasına yurda gidişlerinde hep kendini suçluyor, mezuniyetten sonra planladıkları evlilik düşüncesini rafa kaldırıyordu.
Gün geldi çattı. Babasının istediği bölümden en yüksek diploma notuyla, onur belgesine layık görülen Hüsamettin’in tüm ailesi, hatta akrabaları bu genç mühendisi tebrik etmek için okul bahçesinde sıraya girmiş bekliyordu.
Henüz mezuniyetine bir sene kalmış Nihan, bu sevinçli bekleyişi bir süre izlemiş, sessiz sedasız çıkıp gitmişti bile. Babasının alnına kondurduğu bir öpücükle yeniden doğan, “İşte benim oğlum” sözleriyle eriyen Hüsamettin, çoktan ailesinin sevgisine köle olmuş, babasının şirketinde işe başlayacak olmanın gururuyla(!) ve Nihan’ı görememenin burukluğuyla zincirlenmişti.
Sevgisine koşullar yükleyen ailesinin sonsuz istekleriyle baş başa kalacağı ömrüne, yeni bir adım daha atıyordu.
*****************************
Geçen üç senede ara sıra Nihan’la görüşmüş ancak babasının ısrarcı tavrına karşı koyamayıp mal bölünmesin diye teyzesinin kızı Suzan’la zenginlik içinde mutsuz bir evliliğin pençesine düşmüştü.
*********************************
Yirmi sene sonra aklında tek bir soru vardı; “Nihan, hangi uçsuz bucaksız diyarlarda geçmişin izlerini kazımış, kiminle evlenmiş, kaç çocuğu olmuştu, mutlu muydu?”
Bu kısacık öyküyü özetleyen Osho’ya sevgilerimle…
“Üç istek sizi başkalarının kölesi yapar; Sevilme isteği, beğenilme isteği, takdir edilme isteği.”
Bu, çok sevdiğiniz aileniz olsa bile…