Tanımadığın bir çocuğun elinden tutmak gibidir hayat…
Tanımadığın diyorum çünkü tanışmak için o yüce yolculuk ancak elini tuttuğunda başlar. Tanımadığın diyorum çünkü kimsenin biyolojik doğurganlığını ya da baba olma eğilimini sorgulamıyorum. İşte o tanımadığın çocuk da her çocuk gibi yaradılışta masum, tertemizdir başta. Algısı, sevgisi, ilgisi, şehveti, başarısı, inancı senin aktarabildiğin kadardır.
Nasıl yönlendirirsen, ne öğretirsen, ona nasıl davranırsan öyle gelişip büyür. Doğruyu yanlışı seninle öğrenir. Öğrendiklerini süzgeçten geçirip en doğrusu öğrettiklerinle şekillenir. Yani öğrendiklerinden çok öğrettiklerindir. Her çocuk gibi senin adımlarını takip eder. Tuttuğun elin rehberi olursun. İşte bu yüzden hayat şöyle, hayat böyle diye, yakınıp kahretme kendini boş yere.
Çocuklarımız için de aynı safhaları yönetiriz. Ve çocuk zamanla senden, senin onay verdiğin kişilerden ve hangi çevreye layık görüyorsan girdiği muhitten etkilenerek şekil alır. Hayat da öyledir. Sen hayatına neyi layık görüyorsan onu o şekilde geliştirirsin.
Sen gerekli birikime ve özveriye sahip değilsen, kendini geliştiremezsen, başkalarının hayatı seni yönlendirmeye, sana üstünlük taslamaya başlar. Elbette sıkıntılı bir süreçtir. Kendi hayatını kendine mal edebilmek bilgi ister, tecrübe ister, anlayış, hoşgörü ve sabır ister.
Çocuklarımıza neyi nasıl öğrettiğimizden çok, neyi nasıl yaptığımız, nasıl örnek olduğumuz önemlidir. Çocuğa söylenenler ister güneş açtırsın, ister fırtınalar koparsın fark etmez, anlıktır, mevsimine göre değişir, zamana yenilir. Ancak onun sen de gördükleri kazınır benliğine.
Hayat da öyle. Sen kendi hayatına doğru örnek olamazsan, başkalarının örneklerinde kaybolursun. Başkalarının yaşantılarıyla yönetirsen hayatını, aynı yönlendirmenin içinde anlık değerlerle var olursun. Örnek aldığın hayatlar kendi yönetiminde değişim sürecinde yolculuk ederken, takılır kalırsın en son benimsediğin yerde.
Sonra hayatı suçlarsın. Çünkü en kolay şeydir birini ya da bir şeyleri suçlamak.
Suçu üzerimize alma vakti gelmedi mi?
Ne verdik hayatımıza, ne kattık derleyip toplayıp onu en yüce varlık olarak kabul etmek için. Ne sunduk ona? Hep hayatın bize sunduklarına razı geldik, öylece bıraktık peşini arzularımızın. Buna rağmen doyumsuzlukla besledik geleceğimizi.
Kendimize yetemezken, yeterli kıldık hayata verdiklerimizi. Ondan daha fazlasını istedik. Olmayan bir şeyin nasıl fazlası olabilirdi ki? Çocuğumuz büyüyemedi, gelişemedi. Bize eksiklerini söyledikçe kabullenmedik, hırçınlaştık.
Zamanında anamızın, babamızın bize uyguladıklarından fazlasını hatta o kadarını bile yapamadık ona. ‘Bizim zamanımızdalarla’, ‘Biz böyle gördüklerle’ teselli ettik kendimizi. Bu kısır döngüde senin hayatın, çocuğunun hayatı belki de bir sonraki neslin, aynı teselliyle avuttu kendini.
Sonuç; hayatı hep yorgun, hep acımasız, hep nankör olarak değerlendirdik. Oysa hayat bizimdi. Bize sunulmuş kutsal emanetti, çocuklarımız gibi…
Hayat senin çocuğun, çocuğun da senin yansımandan daha fazlası değil.