Yan koltuktaki tuttu yaşlı adamın kolundan. Yaşlı adam zorluk çekerek oturdu otobüs koltuğuna.
Yaşlı-hasta ve hamileler için ayrılmış girişteki dörtlü koltuklar. O kadar yüksekte ki, ne yaşlılar, ne hamileler ne de koltuk değneğiyle binenler rahatça oturabiliyor. Tutunacak yer de yok bir başkasının elinden başka.
(Sanırım insan ilişkilerini ve iletişimi desteklemek amaçlı yapıldılar!)
Neyse…
Yaşlı adam yerine yerleştikten sonra karşılıklı tebessümün ardından biraz sessizlik oldu. Hengâme atlatıldı. Elimde 1.baskı- 67 basımı -PARA adlı Orhan Pekin’e ait kitabım var, okumaya daldım tekrardan. Kitapta; “Geniş bir şekilde müstakil dövizlerden maksat, bu nev’i paraların kurlarının hiçbir kontrole tabi olmadan serbestçe temevvüç etmesidir” cümlesini okuyorum. Hmm eski dil, bi bakayım dedim açtım Google amcayı, yazıyorum.
Temevvüç: Çalkalanma –dalgalanma…
O sırada; “Ahirini Allah bilir, evvelin ne?” Dedi, zor güç yanına oturan yaşlı adama. Usulca eğildi yaşlı adam, samimiyetle; “47” dedi.
(Aslında 67 yılında, 20 yaşlarında olan amcama sorsaydım da öğrenirmişim kelimenin anlamını. Her neyse.)
“Aramızda 5 yaş var abim sayılırsın, nerelisin?”
47 doğumlu dayı; “Antalya’nın kazası var, bilin mi? Gazipaşa. Hah işte oralıyım.” Dedi.
“Bilmez miyim, muzu ile meşhur Gazipaşa’yı…”
“Eskidendi, şimdi nerde meşhur muzlar, en iyileri gitti, kötüleri kaldı. Köylü yetiştiremez oldu. Kaza eski kaza değil. Her şey çok değişti çoook… Peki, sen nerelisin?”
“Ankara’lıyım.20 yıl evvel emekli oldum geldim Antalya’ya. O senelerde az çok geçiniyorduk. İdare ediyorduk emekli maaşıyla. Şimdi zor abim, zor. Çocukları evlendirdik. 1800 TL’ye ev buldular. Yok, evde kalmamış Antalya’da. Her yer bina, ama para yok. Anlamadım ben bu Antalya’nın halini, ahvalini.”
“Ah, sorma biz çocuktuk, her yer yeşil idi, meyveyi daldan yerdik, patitisi soğanı topraktan. Şimdiki gibi böyle ıscak da değildi havalar. Yel alacak yer çoktu. Şimdi her yer bina yel uğramıyor gayrı”
Yaşları birbirine yakın iki amca öyle güzel, öyle içten sohbet ediyorlardı ki, gözüm kitapta, kulağım onlarda. Neler neler konuştular. Hele evvelini sordu ya, orda kaldım öylece, koyuldum dinlemeye. “Ahirini Allah bilir, evvelin ne?” sorusu çok dokundu bana. Yaşın böyle sorulduğuna hiç şahit olmamıştım.
Evvelimiz… Dünyaya geldiğimiz an, yaşama adım attığımız toprak, nefes aldığımız şehir… Herkes kendi evvelinden sonrasını bilirdi. Ben de evvelimden başladım düşünmeye. Antalya’m, çocukluğum, bahçeler, seralar, konu komşu, yaşlılarımız, kazanımlarımız, kaybettiklerimiz… Hepsinin bir evveli vardı.
İnsan ömrünün ahirini Yaradan bilirdi de, şehrimizin, insanlığımızın, yaşadığımız anda yaptıklarımızın ahiri bizde saklıydı sanki.
Ankaralı olan “Sen de çok çalışmışsın belli, yıllar yormuş seni…” Dedi yaşlı amcaya.
“Çalıştım tabi ya, çok çalıştım, eskidim ben de Antalya gibi” deyince, Ankaralı amcam gülerek, “Şaka yaptım abim, maşallah taş gibisin bişeyciğin yok” dedi. Yaşlı adam tebessümle önüne baktı, elindeki koltuk değneğine baktı. Uzunca sustu. “Biz şaka bilmeyiz. Neyse onu söyleriz. Bilir misin Antalya’nın eskisi var, bizim gibi eskisi. Ama yenisi kâr. Kârı da eskiye yaramaz. Gencine yarar, toprak bilmeyenine, yarınını düşünmeyenine yarar. Biz onlara kâr bıraktık, işte gidiyoz…” Dedi. Yüreğimi de deldi geçti.
Yel gelmiyordu binalardan.