Yaşadığım ve gözlemlediğim hatta birçoğumuzun da etrafında şahitlik ettiği yaşam silsilesinde; bedensel, düşünsel, ruhsal hatta somut olarak bireysel eksikliklerimizle rafine bir oluşum içindeyiz. Genelleme yapmak istememekle beraber öngördüğüm kadarıyla çoğumuz eksikliklerimizi saklayarak ya da yok sayarak hayatı idame ettiririz.
Peki, bu durum neyi ifade ediyor?
Çoğumuz eksiklerimizi herkesten saklamanın daha büyük bir eksiklik arz ettiğini aklına bile getirmez. Daha da içler acısı olan, çoğu insan, eksik düşündüğü yönlerini kendisinden bile saklar.
Hiç fark etmediğimiz şeyse, neyimiz eksikse onu tamamlama çabasını özveriyle yapmaktan kaçınmak ya da bu durumu kullanarak mücadeleyi yok saymak.
Bu mücadeleyi destekler ölçüde fark edebildiğimiz eksiklikleri tamamlamak zaman alsa da eksikliklerimizden daha büyük bir “tam”a ulaşılabileceği inancına sahip olmamız, bize bu zorlu yolculukta yardımcı olacak ve yaşam bütünlüğünü ömrümüze sunacaktır.
Eksikliğin farkına varıldığında; yenilenme süreci başlayacak ve onarılma ihtiyacı doğacak. Bu ihtiyaçların karşılanmasını onaylayan inanç da içsel yolculuğunda kendisini tamamlayan bir bütün oluşturacaktır.
Öyle ki bu durum sadece duygusal boyut ve soyut değerlerin dışında, görsellikte beliren bedensel eksiklikleri de içermektedir. Kimi doğuştan olan bu eksikliği henüz sorgulama aşamasına erişmeyen çocukluk evresinin ortalarına kadar ‘uyur duygular’la karşılar ve zamanla toplumsal gözlemci baskı neticesinde kabullenilmesi zor bir farkı keşfetmeye başlar. Kimi de hepimizin potansiyel bedensel engelli olma durumunun aktifleşmesi sonucunda, bedeninde oluşan farklılıklarla, alışılmışın dışında duyduğu eksikliğin farkına varıp, kendini toplumdan soyutlamaya başlar. Sonuç itibariyle, bu her iki şekilde var olan mutlak eksiklikler duygusal bağlamda bütünlüğü sağlayamazsa, kendini toplumun dışında gören, amaçları ve hedefleri hayatlarından zorla alınmış olarak değerlendiren ve zamanla sessizleşip yokluğa mahkûm olmaya meyleden kişiliklere dönüşürler. Ancak kabulleniş ve mücadele ile “tam” olarak adlandırdıkları insanlardan çok daha fazla gücü ve yeteneği hem bedenlerinde hem de bakış açılarında yaratabilirler. İşte bu insanlar mutlak mücadeleyi, ömürlerine yazılmış bir kabulleniş olarak addederler.
Ruhsal sıkıntıları çoğu kez insanın beyninde ve düşüncelerinde yarattığı görüşündeyim. Bunun bir eksiklik olduğuna inanmayanlar ya sıkıntıyı yok sayıyor ve toplum dışı olgulara zemin hazırlıyorlar ya da sıkıntının farkında ancak ondan beslenerek ve büyük bir çöküşe doğru hayatın içinde yol alıyorlar. Duygu paylaşımı gerektiren durumlarda genellikle yanlış ifadelerle hem kendisini hem de etrafındakileri umarsız bir hale sokma eğiliminden uzaklaşamıyorlar.
Özetle, insanların kendi gerçeklerini görmeleri gerektiğine inanıyorum. Eksiklerimiz ister duygusal ihtiyaçlardan kaynaklı olsun, ister bedensel olsun, kabullenmediğimiz, kabullenemediğimiz ve kendimiz olamadığımız sürece çabanın ne için verildiği algısı oluşmayacak ve kazanım elde edilemeyecektir.
İçimizde var olan inanç ve kabulleniş, eksiklerimizden bizleri arındıracak ve yeni yollar keşfederek tamamlayıcı bir etki yaratacak, belki de beklentilerin de üstünde başarı sağlayacaktır. Eksiklerden koca bir ‘tam’ oluşturabilmemiz için vereceğimiz mücadele ne kadar zorlu olursa olsun isteklerimize ulaşmamızdaki en kestirme ve şahane yol olarak kalmaya devam edecek. Bahaneler yaratıp bu eksiklikleri görmezden gelmek ya da bu eksiklikleri kullanarak çaresizliğe gömülmek bizi biz yapan değerlerin zamanla çürümesine ve kimliksizliğe neden olacaktır.
Biz insanlar eksiklerimizle var oluruz ve bir eksiğin üstüne gittikçe en güçlü ve en gelişmiş yanımızı buluruz.