Antalya’da yürüyüş yapmak için oldukça verimli zamanlar. Hele akşamüstleri gün batımından hemen önce, hava kararıncaya kadar olan zaman dilimine hayranım. Tam da o vakitler çok uzun zamandır görmediğim iki kız arkadaşımla karşılaştım.
Okul yıllarında gülüp, ağlayıp, dertleştiğimiz ki genellikle ben dert dinleyen taraf olurdum. Biri sevgilisinden ayrılmış, biri annesiyle tartışmış, biri kardeşi yüzünden babasından azar işitmiş gibi basit konular üzerinden ilerleyen ama ortaokul için önemli gözüken pek dokunaklı mevzulardı.
O zamanlarda da birbirine çok yakın olan bu iki arkadaş yine beraberlerdi. Hatta gelin görümce olmuşlar birbirlerine. Hem şaşırdım hem de gördüğüme sevindim. “AAA Özge, Atalay Özge” dedi birisi. (Kulağa James Bond gibi geldiğinin farkındayım J ) Öteki, hemen ekledi. “8-A Kamile Çömlekçi” Ayaküstü hemen “Nerelerdesin, ismini duyuyoruz ama cismini görebilene aşk olsun” larla başladı sohbet.
Cumhuriyet Meydanındaki bir simitçide beş dakika oturup geçmişi biraz olsun yâd edelim istedik. Yanlarında ikisinin de çocukları vardı. Onlara birer simit, bize de çay derken onlar anlatıyor ben zamana gitmeye, hatırlamaya çalışıyordum. Onların hafızası sanırım edilen tekrarlar gereği daha iyiydi. Şöyle bir baktım da gözler hiç değişmiyordu. Gülüşler de aynıydı.
Baya baya anne olmuşlar, aile kurmuş, yılların dostluğunu sürdürüp akraba bile olmuşlardı. Heyecanla onlara baktım. Birkaç anımızdan bahsettik hemen. Hatırladığımız öğretmenlerimizden, benim kırdığım pencere camlarından, en okkalısından burnuma gelen futbol topundan, pek haz etmediğimiz hatta adını hatırlamakta zorluk çektiğimiz arkadaşlarımızdan, çok sevdiğimiz ama taşındığı için görüşemediklerimizden derken o beş dakika olmuş kırk beş dakika.
Hani zaman insanları büyütüyor, olgunlaştırıyor, uzaklaştırıyor diyoruz ya. Aslında öyle olmuyormuş. Zamanın neresinde olduğunla ilişkili olarak değişkenlik gösteriyormuş bu durum. 13 yaşına gidiyorsun ve ordasın işte. Hatırladıkların kadarsın. Aradan yirmi küsur sene geçmiş ama zaman yolculuğunun neresinde olursa ol, hatırladığın yerdesin, ordasın işte.
Anılarda yolculuk insana yanındaki bebelerini bile unutturup, anne olmaktan, kadın olmaktan, eş olmaktan uzaklaştırıp, anlık da olsa çocukluğuna dönmeyi, neyi neden yaptığını sorgulamayı gerektiriyor ve dudaklarımızdan dökülen cümleler, gözümüzde canlanan kareler o anı tekrarlatıyordu.
Hatta bir kahkaha patlattı ki içimizden biri gel de eşlik etme. Hatırlatmasalar inan olsun aklıma gelmezdi. O zamanlar Pazartesi günleri saçlara bakılır, üniforma kontrolü yapılırdı ki, ben o kontrollerden birinde, tüm okul sınıflarına girinceye kadar tek ayaküstünde bekleme cezası almıştım. Sebep; formama daha uygun olduğunu düşünerek, diz altı beyaz çorap yerine kırmızı çorap tercih etmiştim. Durumu izah etmeye çalıştıysam da müdür yardımcımıza yaranamamıştım ve tek ayak üzerinde kırmızı çoraplarımla gayet de güzel göründüğümü düşünerek gülümsemeye devam etmiştim.
“Hoca sana ceza verdi ne gülüyorsun” diyenlere, “Moda bunu gerektirir” diye cevap vermişim. Cevap verdiğim arkadaşım şuan tam karşımdaydı ve o günler çok güzeldi. Tüm arkadaşlarımı kapının kenarında selamlayıp, uğurladım. Sonra da okulların moda anlayışından yoksun olduğunu teneffüslerce anlatmıştım.
Yıllar algılarımızı bu kadar mı değiştirmişti. Biz ceza alsak bile sırıtır, güler, durumla alay ederdik. Eğlenecek mutlaka bir şeyler bulurduk çocukken. Şimdi öyle mi? Her şeye alınır, kırılır, yıpranır olduk. Gülmenin acıyla baş edebilmenin en güzel yolu olduğunu unuttuk. Biraz da bunun üzerine sohbet ettik.
Gülüşmeler bitince sustuk. Anlık bir sessizlik oldu. Herkes döndü yaşadığı ana. Birisinin kızı seslendi “Anne, ayran!” Ayran dökülmüştü. Ne güzel de dökülmüştü, mis gibi dökülmüştü, çok güzel dökülmüştü. Gülmeye devam ettik. Acılarımıza, dünümüze, bu günümüze, geleceğimize… Gülümsedik.