Yine sosyal medyadan yola çıkarak ilgimi çeken bir fotoğrafa ait bilgileri sizlere de aktarmak istiyorum. Almanya’da bir çilek tarlası fotoğrafı paylaşılmış. Ben tarladaki insanları tarlada çalışan işçiler olarak değerlendirmiştim. Ancak birebir Almanya’da ve ardından Hollanda’da yıllarca yaşayıp öğrenim gören bir arkadaşım fotoğrafı görür görmez başladı anlatmaya…
“Biz daha çocuk yaşlardaydık. Frankfurt’ta da böyle bir çilek tarlası vardı. Gördüğün o insanlar çalışan değil, müşteri. Hatta tarla sahibine göre misafir de denilebilir. Tarlasını herkese açardı. Çilekleri toplarken hem yerdik hem de alacağımız kadarını sepetlere doldurur, tartım işleminin ardından satın alırdık. Şimdi satın aldıklarımıza da benzemez, hepsi çok leziz, sulu sulu tatlı çileklerdi. Neden sonra öğrendik. Bu kadar lezzetli ve doğal olmasının sebebi de orada zirai ilaçlama yapılmamasıymış, tamamen doğal yani. Tüm tarlaya hem nemi tutması için hem de yabani otları engellemek için saman sapları konuluyormuş.” Dedi.
O anlatıyor benim gözlerim ışıldıyordu. “Biliyor musun” diyerek devam etti;
“Bu uygulama sadece Almanya'da yok. Hollanda ve Fransa’da da var. Eminim birçok Avrupa ülkesinde de yaygınlaşmıştır. Dedim ya yıllar evvelinden vardı bu şekilde satış yapan, insanları birebir toprakla buluşturan uygulamalar. Şimdide var.” Dedi.
Dinlerken toprağı altın kendi yurdumda neden yok diye hayıflanmaya, sorgulamaya başladım. Bizim ülkemizde de yapılamaz mıydı? Herkes tarlaya girip almak istediği ürünün hem tadına bakıp, hem de satın alamaz mıydı? Bu kadar güzel bir üretim şekli, pazarlama şekli bizde de mümkün olamaz mıydı?
Sonra düşündüm de bizim ülkemizde bu kadar sistematik bir şekilde sağlıklı doğal ürünler halkın beğenisine, tüketimine nasıl sunulurdu… Arkadaşımın görüşünü de merak ederek sordum, “Sen bilirsin, onca yer dolaştın, yıllarca yurt dışında kaldın, Türkiye’de uygulanamaz mı, uygulansa harika olmaz mı?
“Tabii harika olur, hatta bizim ülkemizde yetişmeyen neredeyse meyve-sebze yok. Her bölgenin iklim koşulları ayrıcalığı ile her türlü ürünü elde edebiliriz. Bazı yerlerde bu şekilde uygulamalar var ama ülkemiz için hiç yeterli değil. Bu koşulları sağlayarak ülkemizi tarım turizmine de açabiliriz. Bizde yetişen çoğu ürün Avrupa’da yok. Ama bu iş sadece çiftçinin, köylünün bilinçlenmesiyle olmuyor maalesef. Halkın da bilinçlenmesi, değerlerine sahip çıkması gerekiyor.
Türkiye’ye geleli 20 yıl oluyor. Ben Avrupa’daki düzeni, insanlarındaki dürüstlüğü, çalışma sistemini üzülerek ifade etmeliyim ki bulamıyorum burada. Nerede kurnazlık var, çoğunun kafası buna çalışıyor. Ülkemize saman ihraç ediliyor. Köylü samanı elindeki hayvanlarına zor yetiştiriyor. Kış vakti Anadolu’daki köyleri dolaştığım zamanlarda köylü hayvanın yemine yetişemediğini söylüyor. Hayvancılık iyice gerilemiş durumda zaten. İlaçlama yapacak tarlasına, onu da yurt dışından temin ediyor. Yani ne doğal ürün yetişebiliyor zirai ortamda ne de insanlar doğal ortamlarda tüketim yapabiliyor.”
Bu konuşmalar tahmin ettiğimiz ancak itiraf etmekte zorlandığımız koşulları gözler önüne seriyordu. Arkadaşım haklıydı aslında. Çemberin içindeyken yorumlamak bu kadar kolay olmuyordu ama o çemberin hem dışını, hem de içini kolaylıkla görebiliyordu.
Mesela ülkemizin 23 katı küçük olan Hollanda’da ileri teknoloji ile tarım yapılıyor ve dünyanın 2. Tarım ülkesi unvanını alabiliyordu. Öyle ki Hollanda’da su kullanımı bile bizden %90 oranında daha azmış. Ülkede pestisit gibi zirai ilaç kullanımı neredeyse sıfıra yakınmış. Birçok sera ve tarlada drone ve sürücüsüz traktör kullanılıyormuş. Bu sayede toprağın verimlilik durumu, ürünlerin kalitesi gibi etmenler insansız olarak kontrol edilebiliyormuş. Hollanda'da ekili arazilerden alınan ürün rekoltesi, diğer ülkelerde alınan orandan iki kat daha fazlaymış. Üretimin %25’i kadarını da komşu ülkesi Almanya’ya satıyormuş. Bunları öğrendikçe hem şaşırıyor hem de üzülüyorum.
“Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır” diyen Atatürk gibi bir liderimiz vardı bizim. Üretimin yaygınlaşması adına köylüye, çiftçiye ne kadar da fazla değer vermişti. Biz farklıydık. Daha iyi koşulları yaratabilecek durumdaydık. Biz bu değeri kaybedecek nasıl bir sistemin içinde yoğrulduk ki bu haldeyiz şimdi?