Yine kanlı bir ocak ayı Türkiye’yi karşılamaktaydı. Cuntacı subayların komutan olduğu, PKK’nın hendeklere bulaşmadığı, JİTEM’in beyaz Renault’u kullandığı dönemlerdi. Yani devletle milletin arasının açık olduğu zamanlar. Böyle bir dönemde takvimler 24 Ocak’ı gösterirken ‘Doğunun Paris’inde şehitlik mahallesinde silahlar ardı ardına patladı. Devlet ile milletini birleştirmeye çalışan bir emniyet müdürü çapraz pusuda şehit edildi. Oysa Diyarbakır’da ne çok şey değişmişti. Halk kendini güvende hissetmeye başlamış, otuz civarında faili meçhul O’nun zamanında aydınlatılmıştı. Son dönemlerde infaz edileceğine dair yüzlerce tehdit alsa da zırhlı aracına geçmemiş, Diyarbakır’da O’na operasyon yapılacağı fikrini asla kabullenmemişti. PKK’dan çok Hizbullah’a operasyon yapan bu yürekli adam ALFALAR’dan Kurulu bir ekiple Diyarbakır’ı adam etmişti. Suça bulaşmış olan amir memur vatandaş kim varsa ayıklamış, Sakarya Hendeklili olmasına rağmen öz Diyarbakırlı gibi davranmıştı. İki kelimesinden biri devleti güvensiz hale getiren kim olursa olsun gözünün yaşına bakmam gereğini yaparım olmuştu. Görevi teslim almadan tebdili kıyafetle gezdiği Diyarbakır Sokaklarında günlerce esnafla sohbet etmiş, parasının olmadığını belirterek bu alicenap halkı tanıma fırsatı bulmuştu. Doğunun en kadim geleneği tanrı misafirine hizmet ve kapıya geleni geriye çevirmeme ilkesinin olduğunu yerinde görmüştü.
3310 gerçekte bu şehrin neye ihtiyaç olduğunu tespit etmiş ve değişim için düğmeye basmıştı. Kısa zaman içerisinde emniyetin içinde ki Ülkücü, FETÖ’cü çekişmesine şahit olmuş ve tavrını ülkücü memurlardan yana almıştı. Zira buna en büyük örnek; yanı başında şehit düşen koruma memurlarından biri dönemin MHP’li sağlık bakanı Osman Durmuş’un yeğeni olmasıydı. Paralel devlet yapılanmasına ilk temas eden bu resmi makam, bu oluşuma bağlı memurları pasif görevlere çekiyor ya da onlara resmi kıyafet giydiriyordu. Terörün beslendiği yegâne il olan Diyarbakır’da sivil olarak gezmeye alışanlar, memuriyette resmi kıyafet giymek zorunda kalmalarından cezalandırıldıklarını biliyorlardı. Hizbullah’a yapılan yoğun baskı ise bu memurları terbiye etmede yavaş gidilmesine neden oluyordu. O günlerde toplum destekli polisler MAKAROV marka silah taşıyan herkesi Hizbullah üyesi sınıfına alıyor, ihbarlara dayalı yapılan baskınlarla çemberi daraltıyorlardı. Diyarbakır’ı merkez üssü edinen Hizbullah’ta hızlı bir şekilde karargâhlarını Mardin ve Batman’a çekiyor, eylemlerini yaptırdığı üçer kişilik hücrelerine Diyarbakır’dan çıkın talimatı veriyordu. 3310 paralel yapı ve PKK gibi Hizbullah’ın da taşeron olduğunu düşünüyor ve bunları kullanan ele kadar ilerleyeceğini tekrar tekrar söylüyordu. Devletten gelen bu derin korku karşısında panik yapan terör örgütleri cinnet halindeki eylemleri planlıyordu. O günlerde emniyete gelen ihbarlar artmış her fırsatta polisin refleksi kontrol edilir hale gelmişti. Emniyette her ihbara ağır silahları kuşanıp gidiyordu. Çünkü biliyorlardı ki gündemi meşgul edebilecek olaylar ancak ağır silah kullanılarak yapılabilirdi. Karşılık verebilecek alt yapı yanlarında olmalıydı. Nitekim olay sırasında sokakta elektriğin kesilmesi, timin rahatça hareket etmesi, bölgedeki ihbarın bıçak gibi kesilmesi, gece yarısına kadar 3310’u beklemeleri, on bir kişilik ekibe saldırma cesareti ve olaydaki profesyonellik endişelerinin ne kadar haklı olduğunu ortaya koymuştu. 3310’un hayatında en çok istediği Uğur Mumcu suikastını aydınlatmaktı. Ne tesadüftür ki 3310’da Uğur Mumcu gibi, 24 Ocak’ta kahpece bir suikastla aramızdan ayrıldı. Diyarbakır halkı Gaffar babalarını kaybetmenin hüznü ile şehirdeki tüm hareketliliği durdurmuş, kepenklerini kapatmıştı. Diyarbakır öz evladını karanlık bir pusuya kurban vermişti.
Başlıyoruz…
FETÖ İSTİHBARATLI JİTEM OPERASYONLU GLADYO TALİMATLI
İLK RESMİ SUİKAST ALİ GAFFAR OKKAN
Mesai mefhumu olmayan 3310 emniyetten çıkış saatini sürekli değiştiriyordu. 1 kilometrelik valilik yolunda Şehitler mevkide gerçekleşen bu suikast CİA başkanının bile kurtulamayacağı kusursuzlukta gerçekleştirilmişti.
O günlerde Hizbullah’a yapılan operasyonlardan dolayı suikastın fail listesine Hizbullah ilk sıradan giriyordu lakin 10 koruma polisinin ve 3310’nun silahına bile davranamadığı bu pusu ancak profesyoneller tarafından gerçekleştirilebilecek bir olaydı.
2001 yılında kadrolu tercüman YILDIRIM BEYLER’E göre saldırıyı Hizbullah değil özel kuvvetlerin içinde bulunan operasyonel C timi gerçekleştirmişti.
Mahkeme raporlarında geçen gizli bir tanığın verdiği ifadeye göre ise; Diyarbakır’daki en üst rütbeli komutan LEVENT ERSÖZ’ün 11 kişilik karşılama ekibinin, sınırdan içeri girecek olan bir grubu almak üzere görevlendirildiğini ve kendisinin de bu görevlendirilenlerin içinde olduğunu söylüyor.
Bundan sonra anlattıkları ise daha çarpıcı…
Sınıra gittiklerinde daha öncede bir kaç defa beraber çalıştıkları Özel Kuvvetlere bağlı C timinin onları beklediğini söylüyor. Dikkat çekici olan kısım ise üzerlerinde askeri kıyafet değil peşmerge kıyafetinin var olması.
Bu ekip gidecekleri nokta olarak şehitler mahallesinde bir camiyi adres olarak veriyor. Nusaybin’den alınan bu ekibin niye herhangi bir birliğe değil de camiye bırakıldığına anlam veremediğini, eğer bir operasyondan geldilerse dinlenmeleri gerektiğini belirtiyor. C timini bıraktıktan sonra iki sokak ilerideki jandarma karakoluna gittiğini söyleyen gizli tanık çatışmayı duyduklarını, müdahale emri almadıkları için o bölgeye gidemediklerini ve sonrasında da C timini bir daha görmediğini söylüyor.
Fotoğrafın zihniniz de iyice canlanması için yine mahkeme dosyalarından farklı bir anekdot; 3310’un vurulduğu telsizlere yansıyınca sahada olan polis memurları şehrin her türlü giri