Artık bütün cümleleri cebime koyup dolaşıyorum kentin sokaklarında. Çeşme başına inen keklikler gibi ürkek yüreğim, annem yok yanımda. Ve ben ne kadar unutmaya çalışsam da boş geçen günlerim geliyor aklıma, hatıra kalsın diye sakladığım günahlarım geliyor, kitapların yazdığı bütün günahlarımı boşaltıyorum kentin dehlizlerine.
Kimseye hesap verecek değilim aldırma gönlüm, yasını tutuyorum ben kaybettiğim değerlerin, yasını tutuyorum kaybettiğim insanlığımın, yasını tutuyorum kaybettiğim dinimin, imanımın. Yasını tutuyorum sabahları abdest suyu ile üşüyen adamların yokluğunun.
Artık hiç dokunmuyor kimsesizlik bana. Binlerce gökkuşağı çocukların gözleri gözlerimde, çocukların gözleri mavi bir şiir, yoksul annelerin avuçlarında.
Bir kere daha koyuyorum beyaz bir zarfın içine dünkü kelimeleri, bir daha uzanıp öpesim geliyor bulutları bu entel bozuntuları beni anlamıyor diye ve bir daha “nasıl ağlanır” onu not düşerim otelde bulaşık yıkayan bir kızın hatıra defterine, içim içime sığmıyor, babam geliyor aklıma, babam bana “zulme sakın baş eğme” diyen adam.
Ben önce kendim için acı yüklerim kelimelere, acı nedir bilmez yazı yazdığını sanan ebleh. Önce kendim için hayal kurarım bu ülkede insan gibi nasıl yaşanır? Nasıl insan kalınır diye. Önce kendim için toplarım kelimeleri siyasetçilerin kirlettiği sokaklarından ve önce kendim için bakarım ülkenin coğrafyasına, sürgün yerimi önceden bileyim diye.
“Çok seviyorum” demek yetmez “ispat et” der bir kadın kocasına, bakacaksan Çinli bir adam gibi bak gözlerime. Ve o zaman kent yığılır adamın üstüne, adamın üstüne büyük, büyük binalar yıkılır. “Elimi tut” demeyen karısına bakar adam, bu kez adam kendi yıkılır kentin ortasında. Ve ölüm bütün giysilerinden soyunur gelir oturur adamın sağ yanına.
İşte benim yazdıklarımı anlamakta zorlanan adam: Ben her gün bu şehrin ortasında yıkılıp kalan adamları yazıyorum. Her akşam evine bir lokma ekmek götürememe endişesi taşıyan babaları yazıyorum. Sokakta unutulan kadınları, aç kalan miskinleri yazıyorum. Ve ben her gün değerlerimizi sömüren adamların kahpe oyunlarını yazıyorum. Ve ben şehrin bütün esnafı zarar ederken, gazetelere karlarının büyüklüğünü ilan veren cehennem çukuru bankaları yazıyorum. Ve bu bankalara faize para yatıran ve cami önlerinde bunu anlatan üç kere hacca, yedi kere umreye gittiğini anlatan adamın inandığı dinin, Allah’ın dini olmadığını yazıyorum.
Kitabında “zekâtın kime ve kimlere verileceğini anlatan Rabbimize karşılık” kendilerince fetvalar uydurup, fakirin, yoksulun, yetimin, miskinin, kimsesizin, yolda kalmışın, evsizsin, yurtsuzun hakkı olan zekâtı bin türlü hokkabazlıkla toplayıp, bunu kocaman kocaman binalara yatıranların bir hak gaspı, bir hak ihlali yapan adamların hiç de doğru yapmadıklarını yazıyorum.
Ev kirasını ödeyemeyen babaları, çocuklarına tencere kaynatamayan anneleri yazıyorum. Otellerde yedi ay, yedi yüz liraya çalışan emekçilerin sıkıntılarını, karılarının gözyaşını, yavrularının çıplak ayaklarını yazıyorum.
Ve bütün bunları yazarken kelimelerin gölgesine sığınıyorum. Kelimelerin merhametine, harflerin şefkatine, yüreğimin gölgesine sığınarak yazıyorum. Bayram namazına gider gibi giriyorum kelimelerin kalbine, yazdıklarımın biraz insanca olmasını, temiz kalmasını istiyorum. Yoksa bütün bu olanlar karşısında kalbim büyük kanar ve kan lekesi olur ellerim.
Şimdi sen beni anlamıyorsun diye, bir sargı bezi gibi içime doladığım kelimelerden vazgeçecek değilim. Sen görmesen de ben ayağım yalın yürüyorum bu kentin sokaklarında ve her sabah siyasetçilerin döktüğü yalanları topluyorum kaldırımlardan. Bak sen yine yanımda yoksun, ben ölü kuşkanatları topluyorum, kavak ağaçlarının diplerinden, sen yoksun ben yine dökülüyorum yoksulların yüreğine. Sen şimdi kendi karanlık yolunda devam et bakalım. Bir gün, evet bir gün veda hutbesi yeniden okunacak bu kentin camilerinde ve herkese “Asra yemin olsun insan hüsrandadır” denecek.
VE YAZARIM… UNUTTUĞUMUZ DEĞERLERİ YENİDEN ARAYALIM DİYE