Müslümanlara diyorum bunu, kendi yoldaşlarıma, kendi yol arkadaşlarıma, dindaşlarıma, kardeşlerime, kardeş bildiklerime diyorum öncelikle.
Gelin bir daha yeni sorular soralım kendimize “bu söylenenler, bu anlatılanlar, bu aktarılanlar doğru şeylerse” vaaz edenler doğru anlatıyorsa, hutbeler doğru şeyler aktarıyorsa bize. Ve önderlerimiz, önderlerimiz, önder bildiklerimiz, ağabey diye saygıda kusur etmediklerimiz “doğru sözler ediyorlarsa” yeni sorular soralım kendimize “sahi biz nasıl bir Müslümanız diye? Hayatımızın neresinde “bu Müslümanlık?” diye.
Mesela önce “yediklerimizin içtiklerimizin kazançlarımızın” ne kadar haram, ne kadar helal olduğunu bir daha gözden geçirelim, bir daha sorgulayalım kendimizi. Ne olur bana “durup-durup” bunları nereden çıkarıyorsun diye can sıkma. Anla bunlara dikkat etmediğimiz için önümüz arkamız karanlık şimdi.
Öncelikle “benim gibi” yazanlar, başkalarına söz edenler, başkalarına bilgi aktaranlar yapmalı bunu. Sonra camilerde imamlar, müezzinler vaaz edenler, müftüler yapmalı, nasıl yapmaları gerekiyorsa, kendileri bilir.
Ve daha başkaları:
Mesela devleti temsil eden adamlar, müdürler, amir denen kişiler, ellerinde yetki bulunduranlar, devlete adına tasarruf sahibi olanlar, devlet adına söz söyleyenler, devletin tahsis ettiği arabalar binenler, makam odalarını lüks eşyalar ile döşeyenler, makam şoförü kullananlar, elleri altında hizmetli bulunduranlar.
İşte bunların her biri “eğer kendilerini Müslümanlardan kabul ediyorlarsa” ve Allah’a hesap verme gibi bir endişe taşıyorlarsa “yeniden bir daha” sorguya çekmeli kendilerini kazançlarının tam helal olup olmadığı konusunda. Çocuklarına helal rızık götürüp götürmedikleri konusunda. Tabi ki, böyle bir “hassasiyet” taşıyorlarsa vicdanlarına.
Elbette “bazıları için” söylediklerimiz bir şey ifade etmese de, bize “yine de” söylemek düşer. Zira dağlarda uçan kuşlar bile biliyor ki “artık çoklarının” böyle bir endişesi yok. Oysa ne çok fakir ve yoksulun hakkı var “kullanılan” her kuruş parada. Hesabı var bu işlerin bilenler için. Bilmeyenlere yazıklar oldu zaten.
Denmesi gerekeni dersek bir misalle:
Hani Hazreti Ömer için anlatılır ya. Şu mum hikayesi hani.
Hazreti Ömer Halife’dir, ve bir akşam vaktinde makamında oturuyordur, devletin işleri ile meşgul olmaktadır, her zaman olduğu gibi. Ve o sırada Hazreti Ali gelir, kendisine selam verir. Ömer selamı almaz “ta ki işlerini bitirir” masanın üstündeki yanan mumu söndürür, cebinden ikinci bir mum çıkararak yakar “Aleykümselam ya Ali” der. Aleykümselam.
Ali kendisinden bu durumun açıklanması isteyince Ömer der ki Aliye. Sen geldiğin ve selam verdiğin zaman “ben devletin işleri ile meşguldüm” devletin mumunu kullanıyordum, verdiğin selam ise benim şahsıma idi. Ondan devletin mumunu söndürdüm, ve kendime ait mumu yakarak senin selamını aldım” der.
Bu olayın doğru olup olmadığını tartışacak değilim. Zira bu hadise “Hazreti Ömer’in bu davranışı” yıllardır cami kürsülerinde anlatılır, minberlerde hutbelerde okunur, ve yüzlerce kitabın içine girmiştir. Netice olarak her birimizin duyduğu bir olaydır.
O zaman her birimiz soralım kendimize. Önce din görevlisi dediğimiz adamlar sorsun kendilerine. Yani imamlar müftüler müezzinler, sonrada daha başkaları.
Sahi şimdi biz “Ömer’in durduğu yerde durur ve kendimizi gözden geçirirsek” kazançlarımız helal mi? Kaçta kaçımız bu hassasiyeti taşıyoruz. Yoksa lüzumsuz işler mi sanıyoruz bu işleri.
Mesela imam odalarında cami elektriği ile kaynatılan çaylar, evlere aktarılan klimalar, caminin avlusunda araba yıkamalar filan, ne bileyim sorduk işte.
Soralım dedik devletin arabası ile “karısını güne gönderen” müdüre, ya da çocuğunu okula gönderen yetkiliye, devletin arabası ile piknik yapmaya giden rezile “kimse bunlar” sorduk işte. Kötü mü yaptık? Kötü mü yaptık “beytül-malı” saçma sapan harcayan, ve kendilerini “ayrıcalıklı” sanan kimilerine “bu yaptığınız” hoyratlıktır demek le. Kötü mü yaptık “haddinizi bilin” demekle kimilerine, ve hatırlatmak Ömer’in halini?
Allah cümlemize helal lokma endişesi duyarlılığı versin.