İçinde yaşadığımız bu dünya üstünde, insanlar “Haydi tırnak içinde Müslümanlar” diyelim, bir koşuşturma, bir yarış, ve bir boğuşma, sonra da kazanma, ve kazandıklarıyla fazlaca öğünme, ve kendine olağan üstü, izzet ve şeref kazanma, ve büyüklük taslama gibi, bir istek ve arzunun peşinde koşmaktan, bir gün yorgun düştükleri zaman, seslerinin kısıldığı, dizlerinin bağı çözüldüğü zaman, artık kimse yüzüne bakmadığı, Hatta “avam diliyle” adam yerine koyulmadığı zaman anlayacak k, yapılan bütün uğraşlar boş bir çabadan ibarettir.
Yapılan işlerin, gidilen yolların, yazılan kitapların, kazanılan paraların, oturulan evlerin, yapılan sohbetlerin, hatta kurulan dostlukların, en ortasında Allah, ve O’nun bize gönderdiği din yoksa, yani bizim anlayacağımız şekli ile İslam yoksa, yapılan her şeyin sonu yıkıntı ve hüsrandır. Ve kişinin bundan kazanacağı bereketli bir kazançta yoktur.
İçin de İslam’ın olmadığı her iş, ve davranış, izzet ve şeref olarak bize bir şey kazandırmaz. Onun için uzaklardan haline baktığımız, ve kendilerine hayran olduğumuz batılıların bir tarafı hep kokuşmuş olarak dolaşıp dururlar yer yüzünde.
Şimdi çoğumuz dinin tam içine girmekten, o kadar korkar hale geldik ki, sanki o denize girsek kaybolacağız, yok olacağız, sanki bütün dünyalık saltanatımız yıkılacak. Ve bu korkudan dolayı şeytanında vesvesesi ile, dini anlamaktan, ve onu yaşamaktan uzak kaldığımızdan dolayı onun insana verdiği maddi ve manevi huzuru da, tadamıyoruz.
Tabi bunun yanında günümüzde, çok fazla olan din simsarlarının varlığı, kendilerini yegane kurtuluş nehri sananların çokluğu, bu topluma pompaladıkları yanlış din algısı sonunda ,toplumun da, kafası karışıyor, ve sonra ortaya İslam’ın çok dışında bir din, ve İslam anlayışı çıkıyor ortaya. Ve benim, Müslüman kardeşim de, orta yerde kala kalıyor, hangi tarafa gideceğini bilemiyor.
Evet, gerçekten her yanımızı, İslam’ın dışında çok başka inanışlar, hurafeler sarmış, ve bizde, onları din sanarak, onlar ile mutlu yaşamaya ve kendimizi teselli etmeye devam ediyoruz.
Yoksa olmadık yerden, olmadık kişilerden, ve olmadık kitaplardan, ve kaynaklardan öğrendiğimiz İslam değil. Şimdi biz, bir sera tohumu, bir domates tohumu, bir salatalık tohumu için elli yerden bilgi alırken, inandığımız, ve yaşadığımız İslam dini, bu tohumlar kadar değer taşımıyor mu ki, onu doğru yerden, doğru öğrenmek için gayret göstermiyoruz?
Hazreti Ömer, Halifedir. Ve Şam fethedilmiştir, Halife Şam’ı ziyaret edecektir, yola çıkar, yolda kölesinin devesi hasta olur ve ölür. Ve Halife devesine, kölesi ile nöbetleşe biner. Şam girişi deveye binme sırası köleye gelmiştir. Kölesinin hayır demelerine aldırmadan deveye kölesini bindirir, ve deveyi kendi çeker . Şam kapılarındadırlar, ve halk bölük, bölük Halife Ömer’i karşılamak için yollara dökülmüştür, ve devenin üstünde köle vardır, halk onu, Halife Ömer sanmakta, onu selamlamaktadır.
Şam’ı fetheden ordunun komutanı, Ebu Ubeyde bin Cerrah koşarak, Halife Ömer’in yanına gelir ve der ki, “Efendim bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Hıristiyanlar, ve Yahudiler, Müslümanların büyük halifesini görmek için toplandılar, ve size bakıyorlar.
Yaptığınızı nasıl izah edebilirsiniz? Sizi köle sanacaklar, küçümseyecekler. Komutanın bu kompleksli, telaşı karşısında Hazreti Ömer, şöyle cevap verdi. ” Ya Eba Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte, ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce, zelil ve hakir bir kavimdik. Allah Teala bizleri Müslümanlıkla şereflendirerek yüceltti. Bundan, başka şeref ararsak, Allah’u Teala bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder. Halife Ömer’in bu tavrı karşısında ben sustum, söyleyecek sözüm de kalmadı. Konuşabilecek varsa, buyursun konuşsun. Ders çıkaranlara selam olsun.