Türk Dil Kurumu saygı kelimesini “Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu” olarak tanımlamış. Rahatsızlık göreceli bir kavram olmakla birlikte bahsi geçen duyguyu giderek kaybetmeye başladığımızın farkında mısınız?
Trafikte seyir halindeki araçlar ne birbirlerine ne de yayalara saygılı davranırken, yayalar da trafik kurallarını ihlal ederek araçlara karşı saygısızlıktan kaçınmıyor. Kentlerin en önemli sorunlarından olan otopark sıkıntısını aşmak isteyen sürücüler -ki bunlara iki tekerli motorlu araçları kullananlar da dahil- kaldırımlar, sağ şeritler ve diğer yasaklı bölgelere park ederek yayaların haklarına karşı saygısızlık ediyor.
Bazı işyeri sahipleri kaldırımları vitrin ya da depo gibi kullanarak yayalara geçit vermezken başta kafeler olmak üzere pek çok mekân sahibi de görme engellilerin yürüyüş yollarına tabela, masa ve sandalyeleri dizerek büyük bir insanlık ayıbına imza atmaya devam ediyor.
Özellikle geceleri patlak egzozlu araçlarla sokaklara inen gençlerin yanı sıra aracın içindeki müziğin volümünü sonuna kadar açarak yakınından geçtikleri evlerin camlarını bile titretmeyi başaran sürücüler bu durumdan gerçekten zevk alıyor olabilirler mi, merak ediyorum.
Listeyi uzatmak mümkün; yerlere çöp atanlar, duvarlara sloganlar yazanlar, banklara ve diğer kamu varlıklarına zarar veren vandallar, bakımsız klimalarından damlayan sularla kaldırımlardan geçen yayaları rahatsız edenler... ve daha neler neler!
Kentleşmenin çarpık gelişimiyle kaybolan saygı kültürü kent yaşamını da çoğu zaman çekilmez bir hale getiriyor. O yüzden de Ramazan ayının ilk orucu ile onurlandığımız şu güzel günde düşünmenizi istiyorum. Diğerlerinin haklarına ne kadar saygı gösteriyoruz? Kent kültürünün özü olan karşılıklı saygıyı hayatımızın içine ne kadar adapte edebildik?
Unutmayın, kentimize saygı kendimize saygıdır.
Gönlünüzce bir hafta diliyorum...