Encümen-i Şuara müdavimleri, bir taraftan XVII. asrın dil imkânlarını, tasavvuf lügatinin remizli ve Sebk-i Hindînin orijinal mazmunlu lisanını; diğer taraftan, geçen asırda başlamış yerlileşme gayretlerinin tercihi olan konuşma dilini; bir başka taratan da XIX. asrın ikinci yarısında Hoca Tahsin Efendi, İbrahim Ethem Pertev Paşa, Behçet Efendi gibi yenilik emaresi taşıyan şairlerden Şinasi'ye ulaşan bir çizgide sosyal hayatın ve asri fikirlerin dilini kullanırlar.
Bir gün, içinde tek kelime Arapça, Farsça kökenli kelime bulunmayan şiir yazan şairin, ertesi gün Sebki Hindînin derin sularında dolaştığını görmek hiç de şaşırtıcı değildir; çünkü, bunu şiir dilinin imkânlarını araştırmak için bir laboratuvar çalışması olarak yapmaktadır.
ŞİİRDE FORM ARAYIŞLARI
Encümen mensupları, içinde bulundukları geleneğin şiir formlarını ve aruzu terk etmeyi asla düşünmezler; fakat onlara alternatifler aramayı da şairin sorumluluklarından bilirler. Hece vezni "halk şiiri" diye adlandırılan özel bir alanın vezni değildir; bu millete mensup olan herkesin ata mirasıdır.
Batı toplumlarında olduğu gibi bir kast sistemi asla bulunmayan Osmanlı'da zaten herkes halktandır. Aklınıza gelecek en klasik şairler bile halkın içinden yetişmiştir ve hece vezniyle mutlaka bir münasebeti olmuştur. Beşikte ninnisi parmak hesabıyla, sokakta oynarken tekerlemeleri aynı vezinle, düğünde dernekte dinledikleri heceyledir.
Efkârlanınca o da eli kulağa atıp, aynı vezinle türkü söyler. Usulî, Nedim, Şeyh Galip, İzzet Molla gibi pekçok şairin divanlarında hece vezniyle koşmalar, türküler yer alır. Dolayısıyla Encümen-i Şuara müdavimlerinin de parmak hesabına ilgi göstermeleri garipsenecek bir hâl değildir.
Ziya Paşa çocukluğunda lalası Efkeli İsmail Ağa'nın yönlendirmesiyle Âşık Ömer'in şiirlerini okurken Namık Kemal Kars'ta, Sofya'da âşıklarla tanışırken veya Recaizade Ekrem'in ağabeyi Mehmet Celal âşık tarzı saz çalmaya heves ederken kendilerini halk kültürünün dışında görmezler.
Encümenin niyeti, hece veznini folklorik kullanımıyle yaşatmak değil, onu klasik şiirin formlarına ilave etmektir. Bunun manası, divan şiirinin gelenekli şekillerinin adı korunurken, vezninin değiştirilmesidir. Sözün gelişi, Manastırlı Faik'ın Sadrazam Âli Paşa için kaleme aldığı kaside, hece vezniyle ve dörtlükler hâlinde tasarlanmıştır. Tamamı on dörtlükten oluşan şiir şöyle başlar:
Aşkın illerini harâb eyleyen
Kanlı kılıncının mâcerâsıdır
Sınık yürekleri kebâb eyleyen
Kirpiğin okları, kaşın yâ'sıdır
Hece vezniyle yazılmış bir de gazeli olan Faik, hece veznini aydın edebiyatçılara tanıtmaya karar verip -Ahmet Cevdet Paşa'nın teşvikiyle- Türkçe Aruz adındaki kitabını kaleme alır. Kemal'in, Ziya Paşa'nın ve Niğdeli Hikmet'in de heceyle yazdığı şiirleri vardır.
Diğer taraftan, gelenekli divan tertibinin bozulmaya başladığı ve kasidesiz olan, gazelleri alfabetik değil de tematik ayrıma göre sıralanan divanların arttığı görülür. Buna mukabil, gazellerin bir kısmı hacim ve konu olarak kaside özelliği göstermeye başlar. İlk beytinin kendi arasında kafiyelendirilmemesi gereken kıtaların kafiyeli (musarra) yazıldıkları olur.
Gazellerin genellikle âşığın ağzından sevgiliye hitap etmesi geleneğin icabı iken, Ârif Hikmet, Lebib gibi isimlerin kadın ağzından erkeğe seslenen şiirler yazmayı denedikleri farkedilir. Gelenek, beyitte başlayıp biten anlamı ve her beyti kendi içinde bir bütün teşkil eden şiirleri de hoş karşılarken, konu bütünlüğü (yek-mânâ) eskisinden daha büyük bir gereklilik hâline gelir.
Klasik şiirin neredeyse aynı manaya kullanılan "nazım" ve "şair" kelimeleri arasındaki fark belirginleştirilir. Ârif Hikmet'in deyişiyle, "Vezn ü kafiye derecesinde kalan mübtedilere nazım ve edebiyatta mütalaat-ı amika ile hüsn-i selikaya malik olan müntehilere şair" denmelidir.
Nazım, şiirin vezin ve kafiye gibi biçimsel olan tarafına denir ve bir metnin şiir olabilmesi için vezinle kafiye şart değildir; muhayyel olması elverir. Demek ki, şiirin mensur (düzyazı) olması da mümkündür. "Şiir makulat ve maneviyattan madud bir hayaldir". Kaynak: turkedebiyati.org Kaynak: turkedebiyati.org