Tek ilginç olan, Galip'in kıtasının Kemal'e X "Besalet-i Osmaniyye ve Hamiyyet-i İnsaniyye Kasidesi'ni -umuma mal olan adıyla "Hürriyet Kasidesi'ni- ilham etmesi değildir. Belki bundan da ilginci, Kemal'in artık Şinasi'nin cazibe alanına girdiği düşünülen bir dönemde, hâlâ Galip'in divanını başucunda bulunduruşu ve ancak pek büyük kıymet atfedilen kitaplarla yapıldığı gibi, fal açılmasıdır. Galip sadece poetik değil, politik olarak da Kemal'e üstad olmuştur (Kaplan 1948: 36-38).
Memduh Faik de "millet" gazelinde;
“Medâr-ı âzami her devletin âlemde millettir
Değildir devlete vâbeste ammâ satvet-i millet”
derken aynı ilham kaynağından feyz alıyor gibidir. "Vatan", "millet" gibi kavramların şiirde kendine önemli bir yer açması; millî meselelerin, sosyal problemlerin ve siyasi davaların da şairler tarafından işlenmesi, tartışılması sonucunu doğurur.
Birbirinden farklı sebeplerle de olsa, encümendeki şairlerin hemen hepsi Batılılaşmadan ve onun getirdiklerinden hoşnutsuzluk duymaktadır. Bu hoşnutsuzluğu hicviyelerden açık açık; gazellerden ise imalar yoluyla çıkarmak mümkündür. Aşağıda, okuma parçaları arasında, Ârif Hikmet'in ve Kâzım Paşa'nın bu yoldaki iki şiirini bulacaksınız.
ENCÜMEN-İ ŞUARA'NIN EDEBİYAT GÖRÜŞÜ
Encümenin edebiyat anlayışı, yenilikler taşırsa da bunları -edebî akımlar etrafındaki gruplaşmalarda rastlandığı cinsten- kendine has unsurlar olarak görmek mümkün değildir. Encümenin asli özelliğini bir "mutavassıt" duruşu oluşturur. Mutavassıtın duruşu, konumunu biri İstanbul'da, diğeri Paris'te seçilmiş iki nirengi noktasını birden kullanarak belirlemenin ilginçliklerini taşır.
Encümen-i Şuara müdavimleri de bir asırdır sürüp giden yenileşme gayretlerinin bir parçası olarak çağdaşlaşmaya çalışan şiirdeki kültürel ikilemi hisseder ve bir kutupta "köhne" Doğu'nun, diğer kutupta "alafranga" Batı'nın şiir malzemesi dururken birini tercih yerine, her ikisinin karışımından yeni bir terkip bulmaya çalışırlar.
Batı sanatı karşısında mutavassıt Türk sanatkârının "ben olarak kalırken o olmak" ideali, XVIII. asır sonlarından günümüze kadar bir kültür politikası olagelmiştir. Encümenin şiir çalışmalarını bu sürecin ve bu arayışın bir halkası olarak düşünmek doğru olur.
Encümen-i Şuara, değişme gayretiyle geçen bir asrın şiir üzerinde uyguladığı bütün deneylerin sonuçlarını görmek, sağlamasını yapmak ve bünyeye en uygun olanlarını uygulamaya sokmak maksadıyla yaşanan ciddi bir laboratuvar sürecidir. Şiirin dili, şekli ve içeriği üzerinde denenen yeni uygulamalar bunun iyi birer örneğidir.
ŞİİR DİLİNDEKİ ARAYIŞLAR
Encümen-i Şuara'nın şiir dili konusundaki arayışları, belli bir tercihe varamadan sonlanır; lakin bu arada geçmişin şiir dili üzerindeki bütün tasarrufları bir kere daha, silbaştan sınanmış ve XIX. asrın ikinci yarısında, şiirin ulaştığı noktada kullanılabilecek unsurlar ayıklanmaya çalışılmıştır.
Gelenekte, şiirin klasik dilinden üç temel sapma, bir başka söyleyişle, dilin üç asli arayışı görülür; "saf/ sırf/ kaba" Türkçe, "sade" Türkçe, "Sebk-i Hindî"... Encümen-i Şuara'da bu sapmaların üçü de hiçbir tercih işareti gösterilmeden denenir; o kadar ki Sebk-i Hindiyi yeniden ele alan bir şairin bir süre sonra kaba Türkçe ile de şiir söylediği çoktur. Bulmaktan çok, aramanın ve elemenin rağbet gördüğü bir poetika arayışı...
Özellikle Galip, şiir dilinin gündelik dilin üstünde, özel bir dil inşa etmek olduğu; onu öğrenmek ve anlamak için de özel bir gayret harcanması gerektiği fikrindedir. Bu fikir, klasik şiirin gelenekli çağlarında zaten büyük bir ekseriyetin, üstünde çokça düşünmeden kabul edegeldiği bir poetik tercih iken, aynı fikir XIX. asrın ortalarında tekrarlandığında, geleneğe dönüş olarak algılanır. Oysa Galip'in niyeti, geleneğin şaşaalı günlerine dönmek değil; şiirin asırlarca denenmiş ve olgunlaşmış ilkelerini elden kaçırmadan, mevcut poe-tikayı çağdaşlaştırmaktır. Kaynak: turkedebiyati.org