Beytü’lHikme ve Hızanetü'l-Hikme birbirinin yerine kullanılmaktadır. Bu durum Beytü'l-Hikme'nin başlangıçta sadece bir kütüphane olarak ortaya çıktığına işaret etmektedir. Şöyle de ifade edilebilir: Yazılı kaynakların ve tercüme edilen eserlerin bir araya gelmesiyle birlikte Harun Reşid bu külliyatın belirli bir mekânda korunması gerektiğini düşündü ve bu mekâna “Hızanetü'lHikme" adı verildi. İşte Harun Reşid zamanında bir kütüphaneye verilen bu isim Me'mun döneminde “Beytü'l-Hikme'" şeklini aldı.(11) Me'mun sadece İslam düşüncesi ve kültürünü daha etkin hale getirmek için bu harekete yeni bir ivme kazandımış olabilir. Kısaca Me'mun bu müessesenin kurucusu olmasa da, Beytü'l-Hikme'deki bilimsel aktivitelere hız kazandırmış ve halifenin istifade etmesi için kurulmuş olan kütüphane, bilginlere açık hale gelmiş ve geniş bir entelektüel hareket tarzının ifadesi olmuştur.(12) Kısacası İslam Düşüncesi bu dönemde bütün medeniyet havzalarını içinde barındıran daha büyük bir havza rolü oynamıştır. Bu nedenle İslam dünyasında belki de nüvesi Beytü'lHikme ya da Hızanetü'l-Hikme olan bir kütüphane etrafında cereyan eden bu farklı girişimi, sadece felsefe eserlerine bir yöneliş olarak görmemek gerekmektedir. Felsefe sadece İslam dünyasındaki bu yönelişten payına düşeni almış ve daha sonraki spekülatif ve dini düşüncede etkin ve öncü rol oynamış ve dolayısıyla daha sürekli olmuştur denebilir.
İslam dünyasında gelişen felsefe hareketi belirli dönemlerde resmi bir tavrın yansıması ve teşviki olarak görünmektedir. Ancak bu her zaman böyle olmamıştır. Nitekim Mu’tezili düşünceye yakın olan Mansur, Harun Reşit, Me'mun, Mu'tasım ve Vasık döneminde felsefe eserlerinin tercümesi desteklenirken, Mütevekkil döneminde felsefe aynı doğrultuda bir destek görmemiştir. Aksine Mütevekkil, Grek felsefesinin yayılmasını özellikle engellemeye çalışmıştır. Fakat tarihsel gelişmeler bize göstermiştir ki, Mütevekkil'in bu olumsuz tavrı, felsefenin İslam dünyasında yayılıp gelişmesine engel olamamıştır. Bu nedenle İslam dünyasında felsefenin ne gelişmesi ne de gözden düşmesi, bütünüyle resmi destek veya engellere bağlanmalıdır. Her iki durumun da küllî olarak İslam dünyasındaki sosyal, siyasal, bilimsel ve dini düşüncede ortaya çıkan zihniyet değişimleriyle ilişkili olarak değerlendirilmesi gerekir.
ME'MUN'UN RÜYASI VE İSLAM DÜŞÜNCESİNİN VİZYONU
Son yüzyılın önemli aydın ve düşünürü Câbirî'nin tartışmalı ve itiraza müsait bir yorumu vardır. Câbirî’nin yorumuna göre özellikle Me'mun döneminde yapılan tercüme faaliyeti, sadece kültürel değişimin gerektirdiği tarafsız "masum" bir hal değildi. Aksine Abbasilerin zıt güçlere karşı kurduğu genel stratejinin önemli bir bölümüydü. Bu karşıt güçlerin başında sosyal ve siyasi atağı iflas ettikten sonra ideolojik hamleye karar veren Fars aristokrasisi bulunmaktadır. Emevi devletine isyanda Ehl-i Beyt'e bağlılık (teşeyyu') hareketine yaslanan İran aristokrasisi, o zamanki Arap İslam toplumunda otoritenin temelde ideolojiye dayandığını fark etmişti. İdeoloji, yani İslam dini bu otoritenin var olmasındaki temel unsurdu. İslam kabile çatışmalannı hafifletiyor, sınıfsal kavgaların önüne geçiyor ya da fetihler yoluyla dışa yönlendiriyordu. Bu yüzdendir ki Fars aristokrasisi kavgayı Arap devletinin güç merkezinde, bizzat ideolojik sahada yoğunlaştırmaya karar verdi. Silahı "gnostik” düşünceye dayalı dini ve kültürel mirasıdır. Gnostik düşünce, bilginin akıldan başka bir kaynağının olduğuna iman etmek demektir. Bu da irfan ya da resullerin son bulmasıyla bitmeyen “ilahi ilham” olarak bilinir. Bu aslında akla ve nakle hiçbir imkân tanımayan bir nevi "kesilmemiş vahiy"dir. İşte, Mani, Mazdek ve Zerdüşt temeline dayalı dini ve kültürel birikimini kullanan Fars aristokrasisi, geniş boyutlu ideolojik hücumunu böyle başlattı. Amaç Arap dininde şüphe yaratmak, bu dini yıkmak, Arap otoritesini ve devletini ele geçirmekti. Abbasi devleti bu hücumlara karşı koyarken Mu’tezileyi destekledi. Bir yandan Mu’tezile mezhebi öne çıkarılırken, diğer yandan Fars'ın geleneksel rakibi olan Rum'un bilim ve felsefe kitapları çevriliyordu. (13).