Çevremizde olup biten bütün bu olaylar aslında şu gerçekliği bizlere hatırlatır: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk Suresi 67/2.) Burada önemli olan husus bireysel olarak bizim hangi tarafta olduğumuzdur. Birbirleriyle yarışırken yegâne gayesi, dünyada iyiliği çoğaltmak olanlar zümresinde olmaktır ilahi hitaba uygun olan. Zira imtihanın sırrı buradadır.
İslami perspektifle bakıldığında, bir insanın çevresinde cereyan eden olaylara duyarsız kalması elbette düşünülemez. Burada insanın fıtratında var olan özellikleri ifade etmek yerinde olacaktır. Fıtrat ile ilgili sarf edilen farklı görüşler olmakla birlikte, bu görüşler arasında en makul olanını zikrettiğimizi düşünerek şunu ifade edebiliriz:
Fıtrat, ilk yaratılış sırasında Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği vb. olumlu yetenek ve yatkınlıklarıdır. Bu tanımdan hareketle insanın olumlu yetenek ve yatkınlıkları arasında birçok özelliğini zikredebiliriz. Bunlar insanın özünde var olan yaratılışından getirdiği özelliklerdir. İnsan bunları hayatı boyunca muhafaza edebildiğinde hem kendi nefsi ile mücadelesinde hem çevresi ile olan ilişkilerinde başarılı olur.
İnsanın hak ve sorumlulukları bağlamında etrafına karşı tutunduğu tavır ve sergileyeceği davranışlarında kendisine kimlik, kişilik, karakter ve duruş sahibi bir yetkinlik kazandırır bu özellikler… Anlayış, kavrayış, empati, diğergamlık, yardımlaşma, affedebilme, hak ve sorumluluklarını bilme, bir başkası için yaşayabilme, paylaşma, öfkesini yenebilme ve yaptığı işin hakkını verme…
Saydığımız hasletler için sayfalarca kelam edilebildiği muhakkaktır. Bizim üzerinde durmak istediğimiz husus ise insanın, Rabbinin kendi ruhundan üflemek suretiyle en değerli varlık olarak nitelediği ve meleklerine “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara 87/30.) diyerek taltif ettiği olumlu yetenek ve yatkınlıklarını kullanarak yapacağı güzel işler olacaktır. Yaptığı işin mahiyeti ne olursa olsun o işin hakkını vermektir bundan kastımız.
İnsanoğlunun halifelik sıfatı üzerinden edindiği yetki ve nimetler üzerinde biraz düşünürsek, günümüz insanları için çokça tartışılan bazı sorunları konu etmek gerekmektedir. Bunlardan biri insanın bunca imkana rağmen yeterince çalışıp üretmediği düşüncesi iken bir diğeri de gayret edenlerin kendi yalnızlığında çırpındığıdır. Nitekim Müslümanın hayatına rehberlik eden Kitab’ında “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” (Necm 53/39.) kaidesi gereği dürüstçe çalışıp çabalamak, alın teriyle kazanmak sorumluluğuna sahiptir insan.
Bu sorumluluğu almayarak türlü bahanelerle ömür sermayesini tüketme çabası içerisinde olmak dünyada kazanç gibi görünse de baki hayat için ne büyük kayıptır. Öte yandan kendisi, ailesi ve çevresi için çalışan, gayret edenlerdir asıl kazançta olanlar. Kur’an’da sık sık dile getirilen iman edip salih amel işleyenler tasviri; yaşadığı fani hayatı rızayı ilahi için bir mücahede olarak değerlendirerek bu ulvî mefkure ile yaşayan ve tüm insanlığı da böyle yaşatmak için gayret gösterenleri kapsamaktadır.
Buradan hareketle, calibi dikkatimiz olan konu ise her bir ferdin yaptığı herhangi bir işi, ciddiye alarak hakkını vererek yapıp yapmadığı meselesidir. Üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken şey kanaatimce tam da bu husustur.
Zira dünya tarihinin son iki asrına şöyle bir göz attığımızda İslam Medeniyetinin müntesiplerinin sosyal, kültürel, teknolojik, ekonomik vs. birçok alanda ortaya koydukları gayretli çalışmalarını göz ardı etmemekle birlikte, söz konusu faaliyetlerin niceliğinden çok niteliğinin tartışılır durumda olduğu bir gerçektir. İslam medeniyetinin geleceği açısından kayda değer bir çok çalışma ve gayretin varlığı inkar edilmemesi gereken bir gerçekken, diğer taraftan da ihsan kavramının eşliğinde bir üretim halinin sürekliliği zorunludur.
O halde zihinlerde şu soru canlanmış olmalıdır. Kişinin sorumluluğunda olanların rızkının ve nafakasının temini için yapmak zorunda olduğu görevi veya mesleğini nasıl icra etmesi gerekir? Nasıl icra ederse hakkını vermiş olur? Söz gelimi bir işçi, ihsan kavramını kendine kılavuz edinerek üstlendiği işi yerine getirirken, işveren de adaleti gözeterek vermelidir yaptığı işin hakkını. Kendi işinde çalışan bir esnaf müşterisine fahiş fiyatla satış yapmayarak ya da ürünlerindeki kaliteye dikkat ederek verebilir işinin hakkını.
Evde yaptığı her işi bir Rabbinin rızası yolunda attığı bir adım olarak gören anne, evlatları arasında adaleti gözeten ve onlara sevgisini göstermekten çekinmeyen bir baba elbette üstlendiği sorumluluğu bihakkın yerine getirmeye adaydır. Peki… Kamu görevini yürüten bir kişi nasıl çalışırsa gerçekten hem kendisi için hem de sorumlu olduğu kamu için yapması gerekenleri en iyi şekilde yapmış sayılır?
Verdiğimiz örneklerden daha çok verilebileceği gibi sorduğumuz sorudan da daha birçok soru çıkabilir şöyle bir etrafımıza bakınca. Neticede varılabilecek en doğru nokta elbette, hangi işle meşgul isek o işin gereğince hareket edip sonuçlandırmanın gerekliliğidir.
Son olarak, Secde Suresinde kendisini bize “O, yarattığı her şeyi en mükemmel şekilde yapandır.” (Secde 32/7.) şeklinde tanıtan Rabbimiz, yine “insanı gerçekten en güzel bir biçimde yarattığını” (Tin 95/4.) ifade buyurarak bizim de aynı şekilde üstlendiğimiz vazifeleri ve yaptığımız işleri en güzel ve sağlam bir şekilde ifa etmemizi istediğini belirtmek gerekir. Zira kötülüklerin dünyayı esir almaması için iyilikleri çoğaltmaktır Müslüman için aslolan…