İkinci Nokta: Kur'ân, bu dünyada öyle nurânî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber; insanların hem nefis¬lerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerin- de öyle bir inkılâp yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki; on dört asır müddetinde, her dakikada altı bin altı yüz altmış altı âyetleri, kemâl-i ih¬tiramla hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunu¬yor.. ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor; ruhlara inkişaf ve terakki.. ve akıllara istikamet ve nur.. ve hayata, hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mucizedir.
Üçüncü Nokta: Kur'ân, o asırdan ta şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki:
Kâbe'nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin "Muallakât-ı Seb'a" nâmıyla şöhret-şiar kasidelerini o dereceye indirdi ki; Lebîd'in kızı, babasının kasidesini Kâbe'den indirirken demiş: "Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı."
Hem bedevî bir edip: âyet okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: "Sen Müslüman mı oldun?" O demiş: "Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim."2
Hem ilm-i belâgatın dâhilerinden Abdülkâhir Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edipler, icmâ ve ittifak¬la karar vermişler ki; "Kur'ân'ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir, yetişilmez."3
Hem o zamandan beri mütemâdiyen meydan-ı muârazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ve ediplerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gu¬rurlarını kıracak bir tarzda der: "Ya bir tek sûrenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz!"4 diye ilân ettiği hâlde; o asrın muannid beliğleri, bir tek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolu¬nu ihtiyâr etmeleri isbat eder ki o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem Kur'ân'ın dostları, Kur'ân'a benzemek ve taklit etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur'ân'a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî ki¬taplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hatta en âdi adam dahi dinlese elbette diyecek: "Bu Kur'ân, bunlara benzemez ve onların mertebesin¬de değil! yâ onların altında veya umumunun fevkinde olacak!" Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hatta hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir.
“Harika telâkki edilen belâgatını göremiyorum." Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!" O da kendini Kur'ân'dan evvel
"Artık sana emrolunanı, başları çatlatırcasına anlat onlara!" (Hicr sûresi, 15/94). es-Suyûtî, el-itkân 2/149; el-Âlûsî, Rûhu'l-meânî 14/86.
Bkz.: Bakara sûresi, 2/23-24; Yûnus sûresi, 10/38-39.
"Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ı tenzih ve tesbih eder." (Hadîd sûresi, 57/1).
orada tahayyül ederken gördü ki; mevcudât-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak; hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü:
Bu âyet, kâinat üstünde dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklan¬dırdı ki; bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşu- urlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta se- mâvât ve arz olarak umum mahlûkâtı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u hurûşla mesûdâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşâhede etti ve bu âyetin derece-i belâgatını zevkederek -sâir âyetleri buna kıyasla- Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı, arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâ-fâ- sıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.