TERCÜME İLE SADELEŞTİRME FARKI
Tercüme ; bir eseri bir dilden başka bir dile, o dili konuşan insanların eserdeki hakikatleri –nâkıs ve yırtık bile olsa- anlamaları için çevirmektir. Fakat tercüme ne kadar kuvvetli de olsa bir eserin, hususan imana, akideye dair parlak tâbirler taşıyan eserler, bilhassa fikrî ve felsefî eserler olursa, tam ve berrak aynası olamadığı, ilim erbabınca mâlumdur. Lâkin “Bir şey tamamen elde edilmezse, bütün bütün bırakılmaz” kaziyesi mûcibince ve başka çaresi olmadığı için zaruri olarak kabul edilir.
Fakat bir eser ki; bir milletin şerefli mâzisiyle muvasalat köprüsünü kurmuş ve dininin itikadî, imanî ve felsefî tâbirlerini muhafaza etmiş ve en akıcı, berrak bir üslûbla hazırlanmış ise.. ve okuyucusu milyonları aşmış ise.. ve hususan okuyucusuna iman, fazilet, ahlâk bahşettiği gibi, kültür ve lügat hazinesini de genişletmiş ise, artık o eserin tâbir ve üslubuna dokunulmaz.
Zira zaruret yoktur. Hele milletin gençliğine sinsî ve sistemli bir şekilde yutturulmuş ve yutturulmakta olan uyduruk ve muharref bir lisanla, “sadeleştirme” adı altında yapılan iş ve ameliye, elbette ve hiç çaresi yok, bir tahriften başka bir şey olamaz.
Öyle ise, tercüme ile sadeleştirme arasında maksadda, hakikatta ve keyfiyette asla bir yakınlık yoktur.
Evet, özellikle Risale-i Nur ile ilgili olan meselelerde yegâne merci’, en evvel ve birinci derecede Hz. Üstad’ın yazılı söz ve beyanlarıdır. İkinci derecede ise, Hz. Üstad’ın rivayet yoluyla gelen hareket ve davranışlarıdır.
Üçüncü derecede ise, Nur talebeleri cemaatının ekseriyet ve cumhur teşkil eden reyleridir. Yoksa herhangi bir kimse veya meçhul bir gurup, istediği gibi eserlerde tasarrufda bulunsa bu demektir ki; Risale-i Nur sâhibsiz, cemaatsiz ve sistemsizdir. İsteyen, istediği gibi tasarruflarda bulunabilir... Hâşâ ve kellâ!.
Risale-i Nur’un sahibleri, nâşirleri, muhafızları ve has dairesi vardır ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Yukarıda Üstad Hazretlerinin “sadeleştirme” ameliyesi hakkında söz ve beyanlarını ve ulaşan sahih rivayetler yoluyla davranış ve hareketlerini kaydettik. Şimdi de tercüme hususundaki, teşvikkârane izin ve ruhsatlardan çok öte, gayet ciddî arzu ve isteklerini hâvi sözlerinden bazı nümuneler nakledelim :
1947’lerde Emirdağı’nda yazdığı bir mektubunda şunları söyler :
“Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Evvelâ : Müdakkik ve muhlis Re’fet’in ve sizin ecnebi lisaniyle ve bilhassa İsveç, Finlandiya’da hangi lisan daha ziyadedir? Zannımca Alman lisanı olacak. Şimdilik Alman lisanına Nurlardan “Hüccet-i İmaniye”leri tercüme etmek, onlara göndermek ben de o fikrinize iştirak ederim.
Evet, Avrupa’nın mağlubiyetinden ve maddî ve manevî dünyevî tehlikelerinden ancak ve ancak teselli-i mutlakı Kur’an’da bulabilirler. Hz. İsa (A.S.) havariyyunlara demiş ki: “Ben gidiyorum ki size tesellici gelsin.” Yâni Ahmed (A.S.M) Kur’an ile gelsin, demesiyle gösteriyor ki; nev-i beşer hususan me’yus Avrupa’da teselli-i mutlakı, Kur’an’ın hakaik-ı imaniyesinde bulabilirler.