Şimdi de “SADELEŞTİRME” iddialarına geçiyorum:
Mevzumuzla yakından ilgili ve öteden beri bazı çevrelerin Nurları “sadeleştirme” hevesi ile veya sinsi bir niyetle teşebbüslerde bulundukları bir meseledir. Bunu isteyen de iki sınıf insanlardır:
Birinci sınıfı: Risale-i Nur Talebelerinden bazı kimselerdir ki; Nurlardan aldıkları feyiz ve imanın verdiği hamiyet ve gayret ile Risale-i Nurların bir anda âleme duyurulması ve herkesin hemen kolaylıkla ve mebzul bir şekilde onun hakikatlarına âşinalık peyda etmesi istek ve arzusuyla ve hâlis bir niyete mukarin olarak düşündükleri bir husustur.
Ancak bu mesele, Hz. Üstad’ın hayatında başlamış olduğu için ona dair, onun söz ve beyanları ve gösterdiği ihtiyatlı davranışlarını sıraladıktan sonra, bu meselede cevaz ve adem-i cevazına varabiliriz. Fakat bunu ikinci sınıfın tarifinden sonra ele alacağız.
İkinci sınıf : Risale-i Nur’a muarız ve onun revacını istemeyen bazı kimselerdir ki; Nurları sadeleştirmek yoluyla, Nur’un tesirini kaçırmak ve yozlaştırmak niyetindedirler. Ama gerek birincideki hâlis niyetliler olsun, gerekse ikincideki menfî niyetliler olsun yapacakları iş ve ameliye aynı kapıya çıkar... Birinci sınıfı, belki mes’ul olmayabilir. İkinci sınıf ise, o gibi niyetlerle o işi yapmak istediği için, bilerek ve bilmeyerek zındıkanın bir çeşit maşası olma ihtimali vardır. Her neyse...
Bu meselenin meşru bir tarafı olup olmadığını, Hz. Üstad’ın davranışlarından ve Nurlarda yazılı, ayrıca da dosyalarımızda kayıtlı ifade ve beyanlarından öğrenmek üzere bir araştırma yapıyoruz. Şöyle ki :
Yukarıda da arzettiğim vecihle, ilk başlarda Hz. Üstad bazı talebelerine, risalelerin tanzim ve cümle dizilişleri vesâire için bir çok kere izin ve müsaadeleri vârid olmuşsa da, 1949’dan itibaren o kapıyı, hem ifadeleri hem de davranışlarıyla kapadığı gibi, aynı tarihlere rastlayan sadeleştirmeye ait bazı niyet ve teşebbüsler karşısında da kesin tutumunu göstermiştir. Şöyle ki:
Birincisi: Mustafa Sungur Ağabey, İnebolu’lu İbrahim Fakazlı’dan duymuş; o da bizzat 1949 yılında Afyon hapsinde şâhidi olmuş bir vâkıayı şöyle anlatır:
“Ahmed Feyzi Efendi, Hz. Üstad’a Gençlik Rehberi’ni sadeleştirmek istediğini ve o şekil neşretmek arzusunda olduğunu arz edince; Üstad Hazretleri, adem-i rızasını bildiren şu mânidar cevabı vermiştir: “Ancak o zaman benim imzamı değil, kendi imzanı atarsın.” demiştir.” Evet, sadeleştirme olunca, artık Bediüzzaman’ın has, bedi’ ve fıtrî üslubundan düştüğü gibi, asliyetinden ve onun eseri olmaktan da sâkıt olur.
İkincisi : Hz. Üstad hizmetkârlarının şehadetiyle –yukarıda bahsi geçmiş- Muhakemat eserini 1953’lerde Kur’an hattıyla teksiri için, kâtib ve nâşir bir zata vermiş. Fakat o ise, daha önceleri kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binâen, “Muhakemat” bu haliyle anlaşılmaz diyerek sadeleştirme cihetine gitmiş ve mumlu kâğıtlara sadeleştirdiği şekilde geçirerek Hz. Üstad’a göndermiştir. “Muhakemat”ın başına gelenleri gören Hz. Üstad, hemen o kâtibe başka vazifeler göstererek o şekildeki neşri durdurmuştur.