Ramazan ayı orucunu, daha önce bahis konusu ettiğimiz havas orucu mertebesine yaklaştırmanın şüphesiz çok yol ve çareleri var. Bizim düşünebildiğimiz kestirme ve olabildiğince mümkün olan yol ve yöntemlerden biri de ramazan orucunun ihtiva ettiği nükte ve hakikatlerle iç içe olabilmektir.
Bu noktada bir katkı olsun diye 29. Mektubun Ramazan Risalesi diye meşhur olan bölümünü okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz.
Birinci Nükte: Ramazan-ı Şerifteki savm (Ramazan ayı orucu) İslamiyet'in erkân-ı hamsinin birincilerindendir. (İslamın beş şartının başta gelenlerindendir.) Hem şeâiriislamiyenin alanlarındandır. (İslamın kendine has karakteristik hususiyetlerinin en büyüklerindendir.)
İşte Ramazân-ı Şerîf’deki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine(mahlûkatına hikmet dairesinde yönetip terbiye etmesine ve mevcudat üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunmasına), hem insanın hayat-ı ictimâiyesine (insanın toplumsal hayatına), hem hayat-ı şahsiyesine (bireysel hayatına), hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Cenâb-ı Hakk zemin yüzünü bir sofra-i ni‘metsûretindehalkettiği ve bütün envâ‘-ı ni‘meti o sofrada (minhaysü lâ yahtesib = ummadık yerlerden umulmadık şekilde) bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i rubûbiyetini ve rahmâniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor.
Cenâb-ı Hakk yeryüzünü bir nimet sofrası suretinde yaratmış. Orada bin bir çeşit nimetlerini sergileyip hiç umulmadık yol ve yöntemlerle o nimetleri mahlûkatın ihtiyacatına yetiştirmiş. Böylece mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunduğu, Rahman ve Rahim olduğunu apaçık delil ve somut örneklerle göstermiş.
İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbâbdâiresinde o vaziyetin ifade ettiği hakîkati tam göremiyor.(İnsanlar gaflet sebebiyle sebeplere haddinden çok fazla gaye verdiklerinden dolayı, her şeyin ancak Allah’ın izniyle olduğu hakikatini tam göremiyor.)
Bazen unutuyor(lar). Ramazân-ı Şerîf’de ise, ehl-i îmân (müminler cemati) birden muntazam (aynı yerden emir alan ve emre tam itaat eden) bir ordu hükmüne geçer. Sultân-ı Ezelî’nin ziyafetine da‘vet edilmiş bir sûrette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri (emirle hareket eden ve emre tam itaat eden muntazam bir ordu vaziyeti göstermeleri), o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli (bütün mevcudatı kuşatan) rahmâniyete karşı vüs‘atli ve azametli ve intizâmlı bir ubûdiyetlemukābele ediyorlar.
Cenab-ı Hakkın, bütün varlık âlemini kuşatan muhteşem ve müşfikaneRahimiyet ve Rahmaniyetine karşı mütanasip bir kullukla mukabele edilmiş oluyor oruç vesilesiyle) Acaba böyle ulvî (yüce) ubûdiyete ve şeref-i kerâmete (hiç mazereti olmadığı halde) iştirâk etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?