23 mart Üstadın vefatının 56. Sene-i devriyesi.
O’na Bediüzzaman lakabını altından anlayan sarraf misâli ilimden, zekâdan, hâfızadan, anlayan zamanının ulemâsı vermişti. O zamanda onun gibisi olmayınca “Zamanın benzersizi, acâyibi” mânâsında daha 13 yaşında bu lakâbı aldı.
Kendisine ders veren nice hocaları dahi ondan ders alır hale gelmişti. Ona ders verecek kimse kalmamıştı. Bu Allah vergisi hâlini, dehâsını yine Allah yolunda kullandı.
Kılıç zamanı kılıç kuşandı, Rus’la savaştı, Gönüllü kumandan olarak maddi cihad içinde de oldu. Yaralandı, esir düştü.
Hatta o savaş meydanında işârat-ül îcâz isimli tefsir metodunda bir şaheser olan muhteşem tefsiri yazdırdı.
Yani kılıç zamanı kılıç, kalem zamanı kalemle mücadele verdi.
Ama ne mücadele!
Osmanlının yıkılışı, Cumhuriyet ve çok partili hayatı gördü.
Çekmediği çile, görmediği cefa kalmadı.
"Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında memleket mahkemelerinde memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”
Diyerek “İntiharı” dahi düşündürecek derecede işkenceler yaşadı.
Fakat dillere destan îmânı onu bundan alıkoydu. Ve o bu milletin, bu ümmetin îmânı için ebedi hayatı için, dünya ve ahiret saadeti için çırpınıp durdu.
Vücuduna vesile olduğu Risale-i nurlar ile milyonların iman ve tahkiki iman sahibi olmasına ve inşallah imanla kabre girmesine vesile oldu, oluyor.
İlk duruşu neyse son duruşu da oydu, asla bozmadı. O bir duruş bir tavır bir şahsiyet âbidesidir.
İslami kimliğinden asla zerre taviz vermedi.
Ne Cumhuriyet zamanının ceberutlarına,
Ne İstanbul’u işgal eden ve hakkında ölüm fermanı çıkaran İngiliz’e
Ne de bir başkasına.
O zamanımızın bir asr-ı saadet misal bir müslümanıydı, hayatı bunun şahididir.
Risale-i nurlar ile İslam’ın doğru ve zamanın idrakine uygun bir şekilde anlaşılmasına vesile oldu.
Risaleleri asla dâva olarak görmedi ve bizzat dava etmedi. Zîra onun davası Kur’ân’dı, îmandı, İslâm’dı, Hz. Muhammed’di (s.a.v.)
İşte risalelerde hep bu davayı işledi. Asırlardır biriken nice sorulara ikna edici muhteşem cevaplar verdi.
Sünnet-i seniyyenin bütün aksamını hayatına hayat etti.
Zühd, ibadet, takva, ihlas, azim, ümid, şevk, sabr, şehamet, cesâret, hamiyet, izzet, tevazu gibi nice kavramlar Onun şahsında ete kemiğe bürünen ve en azami derecede Bediüzzaman diye görünen kavramlardı.
O İnayet-i ilâhiyeye bedâhetle mazhar olduğu âşikar bir şahsiyettir. 19 defa zehirlenmiş ve inayet-i ilahiye onu korumuştur.
Zamanının kimi uleması küfrün dehşetli baskısından dolayı başka ülkelere giderken ve kıyameti beklerken,
O “Mekke’de olsam buraya gelirdim, vazife burada” diyerek küfrün en koyu en ceberrut zamanında dahi İslamın zülfikârı olmuş ve cennet âsa bir bir bahari ve bir nesl-i âtiyi müjdelemiştir.
Hayatı boyunca ittihad-ı İslâmın, İslam birliğinin derdinde olmuş ve bunun reçetelerini yazmıştır.
İnşaallah tahakkuk edecektir.
Ey Bediüzzaman!
Ey helâket ve felâkat asrının insanı.
Seni bize tanıtan ve inşallah sana, Risale-i Nûr’a talebe eden Rabbimize hamd-ü senalar olsun.
Cenab-ı Hak sana binler rahmet eylesin.
Rabbim âhirette bizleri seninle eylesin.
Ve ey Müslüman kardeşim!
Risale-i nur’lar “nurcu, nur talebesi” diye bilinen kimselere mahsus bir eser değildir.
Ne böyle bakıp, ne de nurcu diye bilinen kimselerin eksik gediklerine, ne de aklına güvenen vehhâbi meşrep modernist islamcıların iğfasına kanıp, Risale-i Nur gibi bir hazineden mahrum olmayın, olmayalım.
O ümmetin malıdır.
Ne mutlu Kur’an hesabına ondan istifade edenlere!
Rabbim Kur’an’a ve imana hizmeti geçen bütün ehl-i iman İslam kahramanlarına, alimlerimize, büyüklerimize rahmet eylesin.