Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.
Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî devranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvâtın devranına ve cereyanına kadar küllî olsun cüz’î olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette, bir Kadîr-i Mutlaktan ve bir Hakîm-i Mutlaktan başka hiçbir şey, kast ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.
Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve her halde, bu hikmetperverâne intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârâne çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlûkat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki, bu mevcudatın Hâlıkı ve Müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Herşey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.
Hem, madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lâmbası birdir ve rûznâmeli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himâyetli tarlası birdir. Bir, bir, bir; tâ bin birler kadar...
Elbette, bu bir birler bedahetle şehadet eder ki, bu misafirhanenin Sânii ve Sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki, bu yüksek ve büyük memurlarını zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlarına çalıştırıyor.
Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî gibi isimler ve hikmet ve rahmet ve inayet gibi şe’nler ve tasvir ve tedvir ve terbiye gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette bedahetle şehadet eder ki, o ihatalı isimlerin müsemmâsı ve her yerde aynı tarzda görünen şümûllü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ ve saddaknâ.
Hem madem masnuatın maddeleri ve mayeleri olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlûkattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin herbiri bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki, o unsurlar müştemilâtıyla ve o neviler efradıyla birtek Zâtın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîrin masnuları ve hizmetkârlarıdır ki, o koca istilâcı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.
Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden, burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz. Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine diyor:
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine,
Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-yı muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki âyâtın Hüdâ, nur ile tahrir eylemiş.
Hem bil ki:
Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud,
Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd.
Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte
Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud.
Hem dinle: